15 Kasım 2013 Cuma

Taş ev günleri @ İzmir-Güzelbahçe

Göçebeliğimin 438. günü… 
Keyfim ileri derecede yerinde... 

An itibariyle İzmir – Güzelbahçe’de bir taş evin verandasında çok rahat bir sandalyeye oturmuş, netbukumu da önümdeki masanın üstüne koymuş bu yazıyı yazıyorum. Sol cenahta Burcu hanım hazretleri, kendi netbukunda birkaç gündür ertelediği bir röportajı okuyor. Benim üstümde sadece bir şile bezi uzun kollu tişört var, yani hava sıcaklığı hiç fena sayılmaz. Ama Burcu kazağına rağmen üstüne battaniye gibi bi’şey almış. Yoksa hava soğuk mu, bilmiyorum. İkimizin tam ortasında iki tane seramik baharatlıkımsı (ama büyük) şey var, birinin içinde çiğ fındık, diğerinde ise çok güzel bir kuru üzüm. Atıştırıyorum yani bir yandan. Aslında daha az önce yemek yedik ama hafif geçiştirince doymamışım meğer. Dünden kalan havuç-mor lahana salatasına bugün yapmış olduğum tarhana çorbası eşlik etti yemekte. Çok sarımsaklı yaptım tabii ki, bir de azıcık duru oldu ama güzel oldu. Masanın en ileri kısmında ise dün kaynattığımız ama çok kötü oldukları için yemediğimiz mısırlar var, tavuklara gitmeyi bekliyorlar.

Burası Günhanlar’ın evi. Günhan, Jam 2012 tayfasından bir dost ve birkaç hafta önce ‘Gelin abi biraz bizim burada takılın.’ şeklinde şahane bir teklifle gelince ‘hayır’ demek mümkün olmadı tabii. Burası Günhanlar’ın evi ama ev boş. Ailesi zaten Urla’da yaşıyor, kendisi de Mavişehir taraflarında; son zamanlarda, neden burada yaşamadığını sorguluyor ve ufaktan bu yönde adımlar atmak istiyor. Bence bir an önce atsın zaten, çok güzel burası. Kendi deyimiyle, bizimle birlikte bu eve yaşam enerjisi gelecek, o da arada gelip gidecek ve onun için de ısınma turları gibi olacak hem. Mantıklı…

Burası limon, armut, portakal, nar, greyfurt ve daha birçok ağacın, 8-10 tane de tavuğun olduğu büyükçe bir bahçe aynı zamanda. Domates, patlıcan, biber, bakla, brokoli, marul ve daha birçok ürün yetiştiriyor Raşit Abiler (burada diğer bir evde yaşayan bir çift, bir de kızları var.).

Evden de bahsedesim var biraz: geniş bir mutfağı, küçük bir tuvalet-banyosu, uzun ince bir salonu ve bir de odası olan pek güzel bir ev işte.

Pazar akşamı geldim buraya; Burcu benden bir gün önce gelmişti. 5 gündür buradayım ve bahçe sınırlarının dışına bir kez çıktım; Salı günü pazara gittik ve bir sürü şey aldık. Zaten o akşam Argın, Ebru, Günhan, Janset ve İrem bizdeydi (biz!). Bir sürü yemek yaptık (yoğurtlu köz patlıcan, bakliyat pilavı, mor lahana salatası, şevketi bostan, acuka gibi bi’şey ve daha bir-iki çeşit daha), Günhan ve Ebru yaprak sarma ve yumurtalı ıspanak getirdiler ve çok çeşit yemekli bir sofra çıktı ortaya. Sonrasında çember olduk ve sohbet ettik. Pek güzeldi.

Onun dışındaki günler birbirinden çok farklı sayılmaz. Kitap okumaca (şimdi ‘Kutsal Ekonomi’yi okuyorum tekrar), yemek yapmaca, yemece, soba yakmaca, biraz internet, çokça muhabbet, dünden itibaren de biraz biraz yoga, meditasyon falan… Ha bir de bugün biraz mandalina, nar, biber topladık Raşit Abiler için, yarın pazarda satacaklar. Sakin bir rutin çok iyi geldi yoğun aylardan sonra, ilaç gibi… Bir süre de böyle devam edecek ne mutlu ki, ne kadar süre olduğu ise belirsiz, -yine- ne mutlu ki… ((:

En son yazdığımda, İstanbul’da henüz birkaç gün kalmıştım. Sonraki günler de aynı yoğunluktaydı; istisnasız her gün bir ya da birkaç arkadaş / arkadaş grubu ile görüşmece, neredeyse her gün farklı bir yerde kalmaca, oradan buradan aldığım kitap vs. ile her gün daha da ağırlaşan çantayı sırtımdan hiç indirememece, çok yorulmaca ama şikâyet de etmemece. Zira İstanbul günlerinin farklı şekilde geçmesi pek mümkün olamıyor. Çok fazla görmek istediğim insan olunca buna katlanmak zorunda kalıyor ve seve seve de katlanıyorum. Hatta yetmiyor bile zaman, birkaç saat veya bir gece geçirmek kesmiyor çoğunlukla. Ama İstanbul’a daha da fazla tahammül edemediğim ve edemeyeceğim için yapacak da bir şey yok.

Evet, ‘şehir hayatı’ndan biraz daha kopmuşum, onu gördüm. Hatta inceldiği yerden kopmuş ve bir daha geri dönülemeyecek bir noktaya gelmiş sanırım. Şehirde yaşamaya iyiden iyiye yabancılaştığımı hissettim bu sefer. Kalabalığa, betona, asfalta, trafiğe katlanma katsayım da iyice düşmüş. Kısa süreli ziyaretlerden fazlası zor sanki artık. Bakalım…

Peki ne mi olacak, valla bilmiyorum. Yani genel yaklaşımım artık iyice oturmaya başladı ve farklı yerlere savrulmayacak olgunluğa geliyor gibi. Yazdım daha önce hep, çok daha gerçek bir yaşam arayışındayım, bunun da doğadan kopuk bir şekilde olması mümkün değil, demek ki doğaya yakın durmam gerekiyor. E insanlardan soyutlanmak, isteyeceğim en son şey; ayrıca doğada kendime yetme konusunda son derece yetersizim de. Yani daha soyutlanmış bir hayatı hem istemiyorum, hem istesem de kotaramam. Ayrıca toplulukların güzelliğini, gücünü gördükten, yaşadıktan sonra başka bir şeyi nasıl isteyebilirim ki…

Dalyan’da yapmış olduğumuz toplantıdan (topluluk olarak yaşamayı isteyen bir grup insanın toplaşmasından bahsetmiştim) sonra, geçen hafta da Olimpos’ta toplaşıldı. Hem Dalyan’daki toplantıda olan birkaç kişinin, hem de oraya gel(e)meyen başka dostların yer aldığı bir toplantı ama bu sefer yarım günlük, daha küçümen bir şey. Belki Aralık başında İzmir’de toplanacağız, Aralık sonunda ise İstanbul’da bir buluşma düşünüyoruz. Bakalım… Bu arada bu toplantılara katılım hiçbir şekilde hiç kimseye kapalı falan değil. Yani ilginizi çekiyorsa ve orada bulunmak isterseniz geliniz lütfen. Bu toplantıları organize ettiğimiz gruba dahil olursanız bunun bir parçası olabilirsiniz. Bu toplantılar nereye evrilir, harekete geçen bir veya birkaç topluluk ortaya çıkar mı, bunların hepsini zaman gösterecek. Ama bu yöndeki hayalleri ve düşünceleri paylaşmak bile çok güzel ve hayata karşı da çok motive edici oluyor, diye düşünüyorum.

Bu arada bir yandan topluluk olarak yaşamaktan falan bahsediyorum ama diğer taraftan 438 günlük göçebelik macerasının da tadından yenmiyor valla. Rüzgâr estiği anda o yönde ilerliyor olmak, belli bir yere köklenmemiş olmak da çok güzel. Sorumluluklardan, -meli –malı’lardan da tamamen arınmış olduğum ve hiçbir şeyi ‘gerekli’ olduğu için yapmadığım, tümüyle içimin istediği yöne akıyor olduğum bu hayatı çok seviyorum ve ‘bir an önce yerleşik hayata geçeyim!’ gibi bir hissiyatım yok. Zaten bir grup insan bir çeşit gezici komün gibi bir şey olduk bir süredir; oradan oraya esiyoruz, bazen tek tek, bazen çok çok. Ama topluluk olma yönünde atılan her adımın yanında olacağımı ve günü gelince ‘İşte bu insanlarla, şurada yaşamak istiyorum.’ diyeceğimi sanıyorum. Zaten bir yerde yaşıyor olmak da oradan hiç çıkmamak, oraya bağlı kalmak değil ki. Topluluk olmanın güzelliklerinden biri de bu zaten; birlikte yaşayan kişi sayısı arttıkça, orada almış olduğun sorumlulukları, yeri geldiğinde diğerlerine paslayabilme şansı olması.

Böyle yazıyorum ediyorum da üzerinde burada yazdığım kadar bile durmuyorum aslında tüm bunların. Öylesine bir akıştayım ki, kendiliğinden gidiyor zaten ve olabilecek en güzel şekilde olduğundan da şüphem yok.


Hayat gerçekten bana mı güzel, ne…