31 Aralık 2013 Salı

Niyetlerim...

486 gündür göçebeyim ben. Tabii bu, demek değil ki her gün başka yerde konaklıyorum. Ve fakat sürekli bir yerleşim merkezimin olmadığı, "evim" diyebileceğim bir mekanın olmadığı 486 gün... Aslında şu anda -10 Kasım'dan bugüne- yaşıyor olduğum taş ev, "evim" kategorisine çok yakın, hatta aslında orada yahu. Evet evet, "evim" diyebileceğim bir mekandayım bir süredir ve fakat yine de geçicilik söz konusu olduğu için tam değil bu his. Günhan'ın buraya davet etmesi sonrasında, belirsiz bir süreliğine geldiğimi söylüyordum gelmeden önce, "birkaç hafta da olabilir, birkaç ay da..." diyordum ve geleli 51 gün oldu bile... Günhan da hala beni (bizi) kovmadığına göre, galiba -arada oraya buraya gitmeler olabilir ama- Bahar aylarını da göreceğim burada.

Sonrası belirsiz tabii... Ama içimden geçen bazı (artık "ğ"li yazmayı bırakıyorum, yeter, her şeyin bi' şeyi var) şeyler var ve ben ne zaman onları blogda paylaşsam hep başka yollar çıktı önüme. Ama yine de paylaşayım: Mesela Bahar gelince Güneydoğu turu yapasım var. Nerelere gideceğimi de bilmiyorum, hatta ilk durak hariç bunu planlamak da istemiyorum. İstediğim şu ki -atıyorum- Mart 15'te atlayıp Diyarbakır'a gideyim, tanıdık-tanımadık bir dostun evinde kalayım bir süre, "zamanının" geldiğini hissedince hop başka yere geçeyim, yine hissedince de başka yere... Bu şekilde bir-iki ay (belki de daha fazla) geçiresim var oralarda. Daha önce kısa süreler için bulundum bazı şehirlerde ama oradaki günlük yaşamı teneffüs edemedim tam olarak. İşte bunu yapmak istiyorum.

Sonra artık az-çok öğrenmiş olduğum Likya Yolu'nda birilerini yürütmek istiyorum. Yani bir nevi rehberlik gibi belki... Kaçkarlarda yürümeyi çok istiyorum, mümkünse oraları bilen biri(leri)yle... Belki St. Paul, Karya veya başka bir yolda da... Ve -gidersem eğer- Güneydoğu'da da, elbette... Velhasıl Bahar'ın gelmesiyle doğa yürüyüşlerine devam etmek istiyorum.

Ayy yanlışlıkla 2014'ten dilekler yazısına döndü ama yapacak bir şey yok, valla kendiliğinden oldu;
yoksa takvim yılıyla işim olmaz benim. ((:

Devam...

Ocak ayı için birkaç plan var ama onları zaten 2 yazı önce yazmıştım.

Düzeltmenlik/editörlük gibi bir şeyi "iş" olarak yapmaya da niyet ediyorum. Pek keyif aldığım, hem de iyi bildiğim bir konu. Gülengül'ün kitabını bitirdik sayılır mesela, çok özenli çalıştığımı söyledi ve çok teşekkür etti. Düşünüyorum da, geçen yıl Aktif Umut'un son okumasını yaparken de pek mutluydum. Sonra çalıştığım yerlerde -ve özellikle TEGV'de bizim departmanda- neredeyse tüm yazılar, metinler benden geçiyordu, falan. Ve kendiliğinden oluyordu bu, bir şekilde bunlarla ilgileniyor buluyordum kendimi. Evet ben bunu "iş" olarak yapabileceğimi düşünüyorum. Böylece severek yaptığım bir şeyden para kazanabilirim, gezegene de zarar vermeden; hatta -mümkünse- onu koruyacak, kollayacak kitap vs.nin düzeltmenliğini yaparsam mesela, ne mutlu... Bununla ilgili olarak çevremde az-çok bu işlerin içinde olduğunu bildiğim arkadaşlara haber saldım ve birkaç koldan bazı yerlere ulaşmaya başladım bile. Bu yazıyı okuyan herkese de açık çağrı olsun aslında, bununla ilgili desteğe ihtiyacım var, herhangi bir şekilde yardım edebilecek olanlar bana ulaşabilir mi acep?

Bu arada Gülengül yaptığım işten çok memnun kaldı ve minnet duygusuyla bana karşılık armağanı vermek istediğini söyledi, herhangi bir ihtiyacım olup olmadığını sordu. Ben de, belli bir ihtiyacım olmadığını, hatta şu an için parasal ihtiyacımı karşılayan -onun da dahil olduğu- bir topluluk olduğundan paraya da ihtiyacım olmadığını, ancak yine de severek yaptığım bir işten para kazanmama vesile olur düşüncesiyle gönlünden ve bütçesinden kopan bir miktarı bana göndermesini rica ettim.

Ya aslında nedense yazma konusunda çok tereddüt ettiğim bir şey var, zira bazen o kadar büyük bir adımmış ve bunu yapamazmışım gibi geliyor ki... Gerçi yapamasam ne olur, o da ayrı mesele. Yani beceremeyebilirim, yeterince zaman ayıramayabilirim veya türlü nedenle olamayabilir bu ama her şeyini paylaşmaktan gocunmayan ben, bunu niye paylaşmıyorum, bilmiyorum. Yazayım da kurtulayım en iyisi: Benim bir de kitap yazma niyetim var ama nasıl bir şey olarak şekillendireceğimden de emin değilim. Bloglarda yazdıklarımı ve diğer bazı farkındalıklarımı, deneyimlerimi bir şekilde harmanlayıp ele avuca gelir bir ürüne dönüştürmek istiyorum ama neresinden tutacağımı henüz bilmiyorum. Ama buraya da yazdığıma göre daha ciddiye alıyorum galiba artık, birkaç aydır içimde bir yerlerde olan bu isteği... Öyle işte... Siz yine de yazamazsam dalga geçmeyin, olur mu? :P

Bunlardan başka da, yavaş yavaş alışkanlık haline getirmeye başladığım meditasyonu iyice hayatımın parçası haline getirmeye, -bir ara yapıp şimdilerde yüz çevirdiğim- yogaya azıcık olsun dönmeye, kendi derinliklerime daha da inebilmeye, yine çok keyif almaya, yine çok eğlenmeye, yine tanıdık/tanımadık erişebildiğim kişilere dokunmaya çalışmaya niyet ediyorum.

2014'le sınırlı kalmadan, önümüzdeki zamanlar için niyetlerimdir.
Saygılarımla arz ederim.

22 Aralık 2013 Pazar

Taş evde yalnız...

Kaçıncı gün olduğunu yazmak adet olmaya başladı ya, bugün itibariyle 477!

Aslında yazacak çok fazla yeni bir şey yok belki ama arayı çok açmadan yazmak istiyorum. Bu blog en az dışarısı kadar kendim için de var çünkü; bunca olan-biteni, yaşadıklarımı, hissiyatımı vs. hatırlamama imkan yok, yoksa.

Bir önceki Cuma'dan beri neler oldu... Feride ve Furkan geldiler İstanbul'dan; Janset ve Günhan ile birlikte bizdeydiler Cuma akşamı. Yedik-içtik, sohbet falan... Cumartesi günü de hep beraber Seferihisar'a, Sığacık'a gittik; Teos Antik Kenti'ni gezdik -ki çok güzel bir yer.

Teos'un güzelliği kadar önemli olan şey Seferihisarda -nihayet- güzel un bulabilmiş olmamızdı; 3 kg tam buğday, 1 kg da çavdar unu aldık, geldik! Hatta orada bir fırından bir de ekşi maya bulduk! Güzelbahçe'ye geldiğimizden beri güzel un bulamıyorduk çünkü; varsa yoksa paketli, ambalajlı uyduruk unlardan alıyorduk. Öyle olunca da ekmeği bazen kendimiz yapıyorduk (hazır kuru mayadan); kendi yapman bile olsa beyaz undan olunca çok tadı tuzu olmuyor zira. Neyse artık o günler geride kaldı ve güzel unumuz var (keşke daha fazla alsaydık gerçi); Burcu gitmeden de -onun gözetiminde- bi' ekmek yaptım ve asıl güzel ekmeği o gittikten sonra becerdim. Bkz.
Salı günü Burcu gitti ve yalnız günlerim başladı. Aslında büyük oranda aynı hayatı yaşıyorum; yine ekmek, yemek, yoğurt (yahu son yoğurt çok güzel oldu!) vs. yapma; soba yakma; kitap okuma (Burcu gittiğinden beri J. Dawson'ın Ekoköyler'ini ve S.Nişanyan'ın Aslanlı Yol'unu okudum) ve biraz bloglarla ilgilenme ile geçti. Ha bu arada geçen yazıda bahsetmiş olduğum yemek blogunu da, dün itibariyle kullanıma açtım.

Gülengül'ün kitabının düzeltmelerine Çarşamba günü başladım ve son 7-8 sayfaya geldim; bugün biter. Yarın da genel bir bakış atıp gönderirim sanırım. Yalnız kaldığım günlerde böyle bir sorumluluk üstlenmiş olmak da iyi geldi.

110 küsur saattir yalnızım ve henüz tek bir an bile sıkılmadım. 5 günde toplam 7-8 telefon görüşmesi yaptığımda kendi sesimi duydum; bir de Cuma günü tahin almak için çarşıya doğru giderken Raşit Abi'yle selamlaşırken ve sonrasında mandırada... Zaten bir tek o gün dışarı çıktım, onun dışında hep evdeyim.

Ha bir de yoğun gündemden ben de biraz olsun nasiplendim, uzun zaman sonra. Olan biteni uzaktan ve çok içine girmeden izliyorum. Gerçekten çok kirli bir dünya yahu; yazık...
---------------------------------------
Sonradan ekleme: Yahu nasıl oldu da unuttum; son 10 günün belki de en güzel olayı eve gelen sürpriz koliydi. TEGV'den arkadaşım ve kuvvetle muhtemel -ve gerçekten bak- dünyanın en iyi insanı olan İşlev'cim, içinde çeşit çeşit kuruyemişler, türk kahvesi, fincan takımı, bir şişe uzo ve 2 kavanoz domates-biber harcı (hem de ürünler babasının bostanından) olan bir kutu göndermiş bana. Nasıl bir inceliktir yahu...

13 Aralık 2013 Cuma

468 kere maşallah

Gün oldu 468, ben hala pek iyiyim. Kış uykusu devam etmekte. Kendini akışa teslim etmiş olan ben, doğayla birlikte dinleniyorum hala. Aslında dinlendim de bayağı. 33 gündür kaldığım taş ev bana çok iyi geldi ve iyice sakinledim. Bugünlerde yavaştan 'şimdi ne yapmalı?'lar dolaşmaya başlıyor zihnimde...

İzmir'de hava çok soğuk, Güzelbahçe'de daha da soğuk. Hava durumu takip etmiyor ve haberleri izlemiyorum ama anladığım kadarıyla şu anda birçok yerde mevsim normallerinin epey dışında bir soğuk söz konusu. Özellikle birkaç gündür sobamız odunları yutuyor adeta ama yapacak bir şey yok.

Çeşit çeşit yemek yapıyoruz. Yemekle de kalmayıp yoğurdumuzu, ekmeğimizi (en son mısır unu da ekledik ve mısır ekmeği yapmış olduk), reçellerimizi yapıyoruz. Reçel işi ilginç oldu aslında, zira ne Burcu ne de ben reçel meraklısıyız ama yapması çok keyifli. Bir önceki hafta sonu Urla'da topladığımız dağ çileği ve yaban mersinlerinden yaptığımız reçellere ek olarak, geçtiğimiz hafta Bayındır - Arıkbaşı Köyü'nde Jansetler'in evinde yapmış olduğumuz toplantı arasında Asil ve Ozan'ın bizim için toplamış oldukları mersinlerden de reçel yapıp duruyoruz bir haftadır. Dün son partiyi bitirdik ama fazla katılaşmış olduğu için biraz su ekleyip tekrar kaynattık ve görev bugün itibariyle tamamlanmış oldu. Dedim ya, çok sevmiyoruz aslında reçel yemeyi ama kendi reçelini yemek bir başka oluyor; ayrıca oraya buraya hediye olarak götürüyoruz falan, güzel oluyor. Bu kadar yemekten bahsetmişken, ben bir de yemekle ilgili bir blog açtım, biliyor musun? Çok iddialı olduğum ve ahkam keseceğim bir blog değil tabii; daha ziyade kendim için oluşturduğum bir blog, zira unutuveriyorum ne yaptığımı, nasıl yaptığımı falan. O yüzden çevrimiçi olarak her yerden ulaşabileceğim bir yerde yaptığım yemekler ve tarifleri dursun istedim. Faydalananlar da olursa ne ala, ama buradaki esas hedef kitle kendim. Şimdilik sadece 4 tarif koydum, birkaç tane daha koyup bir-iki de fotoğraf ekleyince paylaşacağım.

Jansetler'in evinde yapmış olduğumuz toplantı ise, topluluk olarak doğada yaşamak isteyen veya farklı bir takım arayışları olan kişilerin toplaştığı üçüncü toplantımız oldu. Birincisini Dalyan'da yapmıştık ve 2-3 yazı önce bahsetmiştim, ikincisi Olimpos'ta yapıldı (ben yoktum), işte bu da üçüncüsü idi. Yine çok güzel, çok keyifli falandı ama şimdi uzun uzun anlatmayacağım. Bu arada dördüncüsü de 20-21 Aralık'ta İstanbul'da gerçekleşecek. İlgilenen herkese kapıların açık olduğunu hatırlatmış olayım.

Bu süreçte Kutsal Ekonomi'yi, Aktif Umut'u, Şimdi'nin Gücü'nü, biraz biraz birkaç kitaptan bazı bölümleri ve Ot dergisinin Aralık sayısını okudum. Okuduğum şeyleri biraz daha derin, alt çizerek falan okuyorum, yoksa sanırım daha çok okurdum. Ha bir de Gülengül arkadaşımın kendi web sitesinden yayınlayacağı kitabını bitirdim dün. Bu kitabın düzeltmenliğini yapmamı rica etti benden ve ben de seve seve kabul ettim. Hikayeyi bitirdim ve bugün itibariyle de düzeltmelere başlıyorum. Uzun olmayan bir hikayesini anlatıyor kitapta ve dediğim gibi web sitesinden yayınlayacak; yani ücretsiz olarak okunmaya açacak. Dileyenlerin de ona armağanlarını göndermelerine açık; evet, bildiğimiz armağan ekonomisi. Örnekler epey çoğalıyor yahu şu sıralar, Komşu Cafe'yi duydun di mi mesela?

Bunlar dışında, Burcu'yla Şubat'tan bu yana yaptığımız mektuplaşmaları (e-mektuplar) okuyoruz ve hatta bunlarla ilgili bazı düşüncelerimiz var, yakında kokusunu alabilirsiniz. ((: Ayrıca Giftsion'u hayata geçirmek için heyecanlanıyoruz zaman zaman, bunu konuşuyoruz ara ara. Bir şey daha var konuştuğumuz ama bu şimdilik bende kalsın. Henüz emekliyor bile sayılmaz zira. Ama olabilse pek mutlu olacağım bir şey. Neyse çok gizemli oldu bu paragraf, sevmedim.

Bir de kendiliğinden beliren kısa vadeli planlar var. Salı günü Burcu gidiyor mesela ve bir aydan fazla yok. Ben bir süre burada takılıp okuma-yazma işlerine devam etmeyi düşünüyorum; sonra halet-i ruhiyeme göre bi' Ankara yapasım var ama bakalım... Sonra Ocak sonuna doğru Bayramiç'e gidip Yeniköy'ü, Orman Evi'ni, bir de Deryalar'ı ziyaret edesim/(iz) var. Sonra galiba bir süre daha taş evde takılıp Bahar'da yine yollara düşermişim gibi görünüyor, buradan baktığımda. Gerçi belli olmuyo da hiç bu işler...

Bütün bunların dışında 'kolektif yeni deneyi' de devam etmekte ve beni hala çok heyecanlandırmakta. Bu blogu okuyanlar içimden sohbetler'den de illaki haberdardır gerçi ama duymayan, bilmeyen varsa yine de bahsettiğim deneye buradan yönlendirmiş olayım. Ayrıca yeni destekçilere de açığım. ((:

< Son olarak da çok 'link' verdiğimin farkındayım, kötü oluyorsa söyler misiniz bana? >

15 Kasım 2013 Cuma

Taş ev günleri @ İzmir-Güzelbahçe

Göçebeliğimin 438. günü… 
Keyfim ileri derecede yerinde... 

An itibariyle İzmir – Güzelbahçe’de bir taş evin verandasında çok rahat bir sandalyeye oturmuş, netbukumu da önümdeki masanın üstüne koymuş bu yazıyı yazıyorum. Sol cenahta Burcu hanım hazretleri, kendi netbukunda birkaç gündür ertelediği bir röportajı okuyor. Benim üstümde sadece bir şile bezi uzun kollu tişört var, yani hava sıcaklığı hiç fena sayılmaz. Ama Burcu kazağına rağmen üstüne battaniye gibi bi’şey almış. Yoksa hava soğuk mu, bilmiyorum. İkimizin tam ortasında iki tane seramik baharatlıkımsı (ama büyük) şey var, birinin içinde çiğ fındık, diğerinde ise çok güzel bir kuru üzüm. Atıştırıyorum yani bir yandan. Aslında daha az önce yemek yedik ama hafif geçiştirince doymamışım meğer. Dünden kalan havuç-mor lahana salatasına bugün yapmış olduğum tarhana çorbası eşlik etti yemekte. Çok sarımsaklı yaptım tabii ki, bir de azıcık duru oldu ama güzel oldu. Masanın en ileri kısmında ise dün kaynattığımız ama çok kötü oldukları için yemediğimiz mısırlar var, tavuklara gitmeyi bekliyorlar.

Burası Günhanlar’ın evi. Günhan, Jam 2012 tayfasından bir dost ve birkaç hafta önce ‘Gelin abi biraz bizim burada takılın.’ şeklinde şahane bir teklifle gelince ‘hayır’ demek mümkün olmadı tabii. Burası Günhanlar’ın evi ama ev boş. Ailesi zaten Urla’da yaşıyor, kendisi de Mavişehir taraflarında; son zamanlarda, neden burada yaşamadığını sorguluyor ve ufaktan bu yönde adımlar atmak istiyor. Bence bir an önce atsın zaten, çok güzel burası. Kendi deyimiyle, bizimle birlikte bu eve yaşam enerjisi gelecek, o da arada gelip gidecek ve onun için de ısınma turları gibi olacak hem. Mantıklı…

Burası limon, armut, portakal, nar, greyfurt ve daha birçok ağacın, 8-10 tane de tavuğun olduğu büyükçe bir bahçe aynı zamanda. Domates, patlıcan, biber, bakla, brokoli, marul ve daha birçok ürün yetiştiriyor Raşit Abiler (burada diğer bir evde yaşayan bir çift, bir de kızları var.).

Evden de bahsedesim var biraz: geniş bir mutfağı, küçük bir tuvalet-banyosu, uzun ince bir salonu ve bir de odası olan pek güzel bir ev işte.

Pazar akşamı geldim buraya; Burcu benden bir gün önce gelmişti. 5 gündür buradayım ve bahçe sınırlarının dışına bir kez çıktım; Salı günü pazara gittik ve bir sürü şey aldık. Zaten o akşam Argın, Ebru, Günhan, Janset ve İrem bizdeydi (biz!). Bir sürü yemek yaptık (yoğurtlu köz patlıcan, bakliyat pilavı, mor lahana salatası, şevketi bostan, acuka gibi bi’şey ve daha bir-iki çeşit daha), Günhan ve Ebru yaprak sarma ve yumurtalı ıspanak getirdiler ve çok çeşit yemekli bir sofra çıktı ortaya. Sonrasında çember olduk ve sohbet ettik. Pek güzeldi.

Onun dışındaki günler birbirinden çok farklı sayılmaz. Kitap okumaca (şimdi ‘Kutsal Ekonomi’yi okuyorum tekrar), yemek yapmaca, yemece, soba yakmaca, biraz internet, çokça muhabbet, dünden itibaren de biraz biraz yoga, meditasyon falan… Ha bir de bugün biraz mandalina, nar, biber topladık Raşit Abiler için, yarın pazarda satacaklar. Sakin bir rutin çok iyi geldi yoğun aylardan sonra, ilaç gibi… Bir süre de böyle devam edecek ne mutlu ki, ne kadar süre olduğu ise belirsiz, -yine- ne mutlu ki… ((:

En son yazdığımda, İstanbul’da henüz birkaç gün kalmıştım. Sonraki günler de aynı yoğunluktaydı; istisnasız her gün bir ya da birkaç arkadaş / arkadaş grubu ile görüşmece, neredeyse her gün farklı bir yerde kalmaca, oradan buradan aldığım kitap vs. ile her gün daha da ağırlaşan çantayı sırtımdan hiç indirememece, çok yorulmaca ama şikâyet de etmemece. Zira İstanbul günlerinin farklı şekilde geçmesi pek mümkün olamıyor. Çok fazla görmek istediğim insan olunca buna katlanmak zorunda kalıyor ve seve seve de katlanıyorum. Hatta yetmiyor bile zaman, birkaç saat veya bir gece geçirmek kesmiyor çoğunlukla. Ama İstanbul’a daha da fazla tahammül edemediğim ve edemeyeceğim için yapacak da bir şey yok.

Evet, ‘şehir hayatı’ndan biraz daha kopmuşum, onu gördüm. Hatta inceldiği yerden kopmuş ve bir daha geri dönülemeyecek bir noktaya gelmiş sanırım. Şehirde yaşamaya iyiden iyiye yabancılaştığımı hissettim bu sefer. Kalabalığa, betona, asfalta, trafiğe katlanma katsayım da iyice düşmüş. Kısa süreli ziyaretlerden fazlası zor sanki artık. Bakalım…

Peki ne mi olacak, valla bilmiyorum. Yani genel yaklaşımım artık iyice oturmaya başladı ve farklı yerlere savrulmayacak olgunluğa geliyor gibi. Yazdım daha önce hep, çok daha gerçek bir yaşam arayışındayım, bunun da doğadan kopuk bir şekilde olması mümkün değil, demek ki doğaya yakın durmam gerekiyor. E insanlardan soyutlanmak, isteyeceğim en son şey; ayrıca doğada kendime yetme konusunda son derece yetersizim de. Yani daha soyutlanmış bir hayatı hem istemiyorum, hem istesem de kotaramam. Ayrıca toplulukların güzelliğini, gücünü gördükten, yaşadıktan sonra başka bir şeyi nasıl isteyebilirim ki…

Dalyan’da yapmış olduğumuz toplantıdan (topluluk olarak yaşamayı isteyen bir grup insanın toplaşmasından bahsetmiştim) sonra, geçen hafta da Olimpos’ta toplaşıldı. Hem Dalyan’daki toplantıda olan birkaç kişinin, hem de oraya gel(e)meyen başka dostların yer aldığı bir toplantı ama bu sefer yarım günlük, daha küçümen bir şey. Belki Aralık başında İzmir’de toplanacağız, Aralık sonunda ise İstanbul’da bir buluşma düşünüyoruz. Bakalım… Bu arada bu toplantılara katılım hiçbir şekilde hiç kimseye kapalı falan değil. Yani ilginizi çekiyorsa ve orada bulunmak isterseniz geliniz lütfen. Bu toplantıları organize ettiğimiz gruba dahil olursanız bunun bir parçası olabilirsiniz. Bu toplantılar nereye evrilir, harekete geçen bir veya birkaç topluluk ortaya çıkar mı, bunların hepsini zaman gösterecek. Ama bu yöndeki hayalleri ve düşünceleri paylaşmak bile çok güzel ve hayata karşı da çok motive edici oluyor, diye düşünüyorum.

Bu arada bir yandan topluluk olarak yaşamaktan falan bahsediyorum ama diğer taraftan 438 günlük göçebelik macerasının da tadından yenmiyor valla. Rüzgâr estiği anda o yönde ilerliyor olmak, belli bir yere köklenmemiş olmak da çok güzel. Sorumluluklardan, -meli –malı’lardan da tamamen arınmış olduğum ve hiçbir şeyi ‘gerekli’ olduğu için yapmadığım, tümüyle içimin istediği yöne akıyor olduğum bu hayatı çok seviyorum ve ‘bir an önce yerleşik hayata geçeyim!’ gibi bir hissiyatım yok. Zaten bir grup insan bir çeşit gezici komün gibi bir şey olduk bir süredir; oradan oraya esiyoruz, bazen tek tek, bazen çok çok. Ama topluluk olma yönünde atılan her adımın yanında olacağımı ve günü gelince ‘İşte bu insanlarla, şurada yaşamak istiyorum.’ diyeceğimi sanıyorum. Zaten bir yerde yaşıyor olmak da oradan hiç çıkmamak, oraya bağlı kalmak değil ki. Topluluk olmanın güzelliklerinden biri de bu zaten; birlikte yaşayan kişi sayısı arttıkça, orada almış olduğun sorumlulukları, yeri geldiğinde diğerlerine paslayabilme şansı olması.

Böyle yazıyorum ediyorum da üzerinde burada yazdığım kadar bile durmuyorum aslında tüm bunların. Öylesine bir akıştayım ki, kendiliğinden gidiyor zaten ve olabilecek en güzel şekilde olduğundan da şüphem yok.


Hayat gerçekten bana mı güzel, ne…

30 Ekim 2013 Çarşamba

İstanbul...

En son İstanbul'a gitme konusunda kararsızdım ama ertesi gün gelen minik işaretle kararımı verdim ve biletimi aldım. Çoğunlukla hareket gün ve saatine yaklaştıkça artar ya bilet fiyatları, Çarşamba günü 2 önceki güne göre 10 TL'lik bir düşüş olduğunu ve otobüsten daha ucuza gidebileceğimi görüp Dalaman'dan uçak biletimi aldım ve Cuma günü öğleden sonra sıralarında İstanbul'a vardım. Karar anından itibaren pek rahatladım, epey yük olmuş meğer omuzlarımda.

3-4 aydır, şehir olarak sadece İzmir'de bulundum; o da Eylül başındaydı ve 1 günden daha kısa bir süre içindi. Bundan dolayı İstanbul'u biraz yadırgadığımı söylemeliyim. Böyle olacağından pek şüphem de yoktu gerçi. Çok fazla araba, çok fazla insan, otoyol, E-5, gürültü, beton, acele hali, telaş hali, asfalt, koşturma, asık suratlar ve şehre ait diğer şeylere çok yabancı hissettim. Üzüldüm galiba insanlar adına, birçoğunuz adına. Neden bunu çekmek zorunda hissettiğinizi sorguladım. Hayır bunlar rahatsız etmiyorsa zaten sıkıntı yok da, benim bildiğim neredeyse her şehirli bütün bunlardan ve dahasından bunalmış durumda. Kısmen farkındalar, kısmen değiller. Hepinizi çekip alasım geliyor ya, belki o günler de gelir.

Neyse işte, uçaktan indim, uzunca bir otobüs bekleyişinden sonra Bostancı'ya giden otobüse atladım ve iskeleye vardım. Orada Elif'le buluştuk ve motora atladığımız gibi Büyükada'ya geçtik. Geçen yazıda da yazmıştım, 2013 jam ekibi toplanacaktı ve neredeyse katılımcıların tamamı orada olacaktı. Cuma akşamüstünden Pazar akşamına kadar orada, arkadaşlarlaydım. Çemberler kuruldu, yemekler yapıldı, sohbetler edildi, rakılar içildi. Güzel günlerdi yani ama ben epey durgun ve hatta sıkkındım. Bugün içimden sohbetler'e de yazdım ve aslında içimdekileri tam ifade de edemedim ama, biraz 'boş'ta ve işe yaramaz hissetmeler ve bunların getirdiği bir ruh haliydi sanki. Bir de son 1 yıldır -çok sevdiğim insanlardan bile oluşsa- kalabalık ve gürültülü ortamlarda çabucak sıkılmam ve yorulmam da var tabii. Ama Pazar günü bir anda çok daha iyi hissettim kendimi. Bunda en büyük pay, o gün arkadaşlarımdan sürdürdüğüm hayatla, para isteme mevzusu dahil yaptığım birçok şeyle ilgili çok güzel geri bildirimler ve övgüler almamdı. Hızlı bir şekilde kendime getirdi bu beni ve çok daha iyi hissetmeye başladım.

Genelde iyi ruh halindeyken bir şeyler yazıyorum ve bana öyle geliyor ki, bu hep çok güçlü olduğum, çok iyi hissettiğim gibi bir izlenim uyandırıyor olabilir. Ama aslında çok sık olmasa da canım sıkılabiliyor, içim kararabiliyor, kendimi değersiz hissedebiliyorum, takdir görmek istiyorum vs. Aslında bu yanlarımı da yansıtmak isterim ama genelde o tip durumlarda kendi içime dönmeyi tercih ediyorum; yazıp çizmek aklıma bile gelmiyor. Hatta bunların ötesinde, bir süredir içimdeki kötüyü izliyorum mesela. Bir süredir farkına varıyorum kendisinin ve kendime şaşırıyorum epey. Ama ensesindeyim, takipteyim, izliyorum... Yeterince cesaret bulursam -ki bu kadarını da kolay kolay yapamam- ondan da bahsederim belki bir ara.

Ne diyorduk... Pazar daha iyi hissettim falan, akşama kadar takıldık oralarda, sonra akşam Yapraklar'a gittik. Özgür, Elif Z ve Esra da gelecekti ama onların gelmesi epey geç saatte oldu. Ben o sıralar mışıl mışıl uyuyordum. Hem de tek başıma.

Çünkü Ada'da 2 gün koyun koyuna yattık bin kişi. İlk akşam daha az kişi vardı gerçi de, ikinci gün 25 kişi küçücük evde kaldık yahu. Pazar sabahı duş almak istedim ve girişteki çantamdan havlu falan alacaktım. İnsanların üzerinden, onlara basmadan geçmek -hiç abartmıyorum- 2-3 dakikamı aldı. Özellikle bir yer çok zorluydu, geçecek yer yoktu ama zor da olsa kotardım. ((: Evini bu kadar kalabalık bir ekibe açma cesaretini gösteren Balaban'a da buradan bir kez daha teşekkür etmiş olayım bu arada.

Pazartesi günü de Seda'da kahvaltı yapmak üzere sözleşmiştik ve sadece birkaç fire ile ekibin tamamına yakını bu sefer de Seda'da toplaştık. 19 kişi mi ne, süper ötesi bir kahvaltı yaptık. Sonra çember kuruldu tabii, bir sürü paylaşımlar, şunlar-bunlar... Akşam ekibin çoğu gitti ama birkaç kişi sohbete devam ettik, sonra yemek yaptık, yedik, sonra da yine Yaprak'a geçtim.

Bugün, öğlene kadar evde takıldıktan sonra Taksim'e geldim ve Ali, Duygu, Duygu'nun anne-babası, Kutsal, ufaklıklar Rüzgar ve Can ve sonra da Ömürden'i gördüm. İlk dakikalar biraz komikti, zira iyice uzayan saç-sakal ve çok sık görüşemememiz nedenli beni takip edememeleri sonucunda Ali ve Kutsal'ın bana uzaylıymışım gibi bakışları ve bir oradan bir buradan bir sürü soru sormaları, ne bileyim bakışları falan çok komikti. Cidden kendimi bambaşka bir gezegenden gelmiş gibi hissettim ama rahatsızlık falan değil, komik ve eğlenceliydi. Sonra da Ömürden'le dışarıda birer tatlı yiyip, biraz Gezi'ye falan uğrayıp Ömürden'e geldik işte.

Bu arada dostların iş durumlarıyla ilgili çok sevimsiz şeyler duydum birkaç gündür. O kadar uzaklaşmışım ki o dünyadan, bu konuda gerçekten uzaylı gibi hissediyorum. Haftada 7 gün çalışmalar, bayramda da çalışmalar, gece 3'te işten çıkıp sabah yine 8'de gelmeler, yöneticilerin yemek vakitlerine bile tecavüz etmeleri, doktora gitme durumlarına bile müdahaleler ve daha abuk subuk bir sürü şey... Ne saçma bir sistem, ne saçma bir dünyadır bu.

Neyse... Bu arada benim görüşme maratonum başladı tabii. Az zamanda çok kişiyi görüp hemencecik kaçasım var İstanbul'dan. Şimdiden önümüzdeki birkaç günün programı belli. Maalesef -ama mecburen- epey programlı ve sistematik bir şekilde planlamaya çalışıyorum kimlerle ne zaman görüşeceğimi. Her gün en az bir-iki kişi/grup görüp 10 güne falan kaçabilirsem işalla...

22 Ekim 2013 Salı

alanya, izmir, bodrum, dalyan... dostlar...

'göçebe günler' dolu dizgin devam etmekte; azıcık özet geçeyim mi?

Şimdi-burada ile başlamak gerekirse... Dalyan'ın Çandır köyünde, Begüm'ün evinde, verandadayım(z). Hava çok güzel, yani üstümde tişört falan yok, öyle oturabiliyorum mesela. Sabah kahvaltısından sonra iki kişiyi daha uğurladık (aşağıda bahsedicem); kalan 5 kişinin üçü yürüyüşe gittiler. Burcu'yle ben de evde takılıyoruz işte. Bir şeyler okuma, yazma halleri. Burcu şimdi içeriyi süpürmeye gitti; sonra ben de verandayı süpüreceğim, çok pislendi valla.

Immmm... Birkaç yazı önce bahsettiğim bir toplaşmayı gerçekleştirdik burada, Cuma-Pazar arası. Topluluk halinde yaşamak isteyen bir grup insan bu konuyu konuştuk. Hayallerimizi, nasıl bir dünya, nasıl bir topluluk içinde yaşamak istediğimizi paylaştık. Kocaman bir çemberdik, ara ara sayımız artıp eksildi ama 17-18 kişi civarındaydık. Bundan fazlası da vardı gelmek isteyen ama gelemeyen... Harika, değil mi? Kalpten konuştuğumuz ve dinlediğimiz, 'ben dili'nden taviz vermemeye çalıştığımız çok güzel bir 3 gündü işte. Çok şey konuşuldu elbette, ama üç aşağı beş yukarı ortaklaşmış hayallerimiz olduğunu gördük ve bu çok iyi geldi. Doğada, bir topluluk içinde, üreterek, paylaşarak, gülerek, yiyip içerek, mutlu olarak, 'iyi' olarak yaşama hayalimiz ortaktı. Orman ve deniz ya(kı)nında olma isteğinde buluştuk. Ve bunları böyle bir toplulukla sınırlamamak, kapının herkese açık olması, başkalarına ilham olmak, daha güzel bir dünya için yapabildiğimizin en iyisini yapmak... Falan işte...

Önümüzdeki süreçte İstanbul, İzmir gibi yerlerde yeni buluşmalar ve Bahar aylarında belki de daha uzunca bir kamp gibi bi'şey yapmaya niyet ettik... Elbette ki katılımın herkese açık olduğu, büyüyen toplaşmalar... Daha fazla paylaşılan hayal, paylaştıkça ve ortaklaştıkça gerçek olmalarının hiç de 'hayal' olmadıklarını fark etmeler... Çok güzel olacak yahu!

Immm başka... Buradan önce, Likya yolu yürüyüşü sonrası Alanya'daydım 10 gün kadar. Yine pek güzel geçti her zamanki gibi. Bu 10 gün içinde birkaç yazı yazdım ve herhalde en önemlisi, dostları bana destek olmaya davet ettiğim şu yazıydı. Çok ama çok güzel gitmekte, onunla ilgili gelişmeleri ve halet-i ruhiyemi paylaşmaya içimden sohbetler'de devam edeceğim zaten.

Sonra Günhan'ın çağrısı üzerine atladım İzmir'e gittim. Urla'da çok güzel 2 gün geçirdik. jamily'den Ebru, Janset, Asil ve Argın da vardı. Bu arada otostopla gittim ama en sıkıntılı otostopumdu galiba. Alanya çıkışında, daha en başta 1,5 saat boyunca kimsecikler almadı beni ve çok umut kırıcıydı. Sonra Antalya'ya 3-4 araç değiştirerek zar zor gidebildim, ama sonra yavaştan artan bir şans  ivmesiyle birlikte hızlandım. Yine de çok zordu, yolda kalacak gibiydim hatta. Ama hava kararmasına yakın Denizli'den İzmir'e giden bir araç bulmamla, hikaye mutlu sonla bitti!

Ha bir de 4 top çevirmeye başladım. Henüz süper ötesi yapamıyorum ama az kaldı.

Çok keyifliydi ve hiç yetmedi. Ama oradan Bodrum'a geçtim ki! Babam, kardeşim ve Seyhan Abla'yla birkaç gün geçirdik. Onlarla tatil gibi bi'şeyler yapmayalı 15 yıl falan olmuştu. Güzel de oldu! Mangallar, rakılar, balıklar, mezeler havada uçuşuyordu. Oyyy!

İşte zaten sonra da Dalyan'a geldim ve bahsettiğim toplantıyı gerçekleştirdik. Pazar akşamı itibariyle bitti toplantı ama ben birkaç gün daha buradayım. Bu hafta Cuma-Pazar arası Jam 2013 buluşması var, onun için yarın ya da Perşembe günü İstanbul'a gidecektim aslında ve pek de heyecanlıy(d)ım ama birkaç gündür beni bir şey tutuyor sanki. Ben de biletimi almadım bu durumda (otostop için zaten hiç enerjim yok) ve kendimi dinliyorum. İlk işaret geldiğinde biletimi alacağım veya İstanbul yerine nereye gideceğimi, ne yapacağımı kararlaştıracağım.

Sonrası için de süper bir teklif geldi bir dosttan, muhtemelen icabet edeceğim; paylaşırım ileride. Zaten bu süper tekliflerin ardı arkası kesilmiyor, o da ayrı ya...

10 Ekim 2013 Perşembe

Likya yolu macerası ( ta kendisi)

Yolculuğa 4 kişi başladık (mesela Mor ve Ötesi olsun, 4 erkek): 2012 jam'den arkadaşım Zeyd, Gezi direnişinden (ay ne dedim ben, töbe!) ve 2013 jam'den arkadaşım Furkan ve Yeniköy Eko-mimari atölyesinden arkadaşım Efe. Yazacak o kadar çok şey var ki neresinden tutsam... 10 Eylül sabahı erkenden kalktık, kahvaltımızı yaptık ve başladık yürümeye. Yol detaylarını anlatmiyim şimdi, hem çok yer kaplar ve çok zaman alır; ayrıca notlara bakmam gerekir falan... Gerenk yok. Ama işin daha teknik kısımları için bir kez daha, bu amaçla hazırlamış olduğum blogu adres göstereyim, en azından.

İlk günün arefesinde, o stresli gecede (bak bi önceki yazıda bunu atladım mesela) alışverişi de yaptıktan sonra o çantaları bi' sırtlandık, 'eyvah' dedim, 'yürünmez bunlarla!' Yürünüyormuş, alışılıyormuş. Çok ağırdı yahu, anlatılır gibi değil.

Neyse kalktık, sırtlandık o çok ağır çantaları ve düştük yola. Normalden çok daha tempolu gittik, 5 saat sonra ilk etabın sonundaydık, sonra Kelebekler Vadisi falan... Sonraki günlerde de devam ettik işte... Hemen ekliyim ki, ikinci gün çantaları sırtlandık ve dördümüze birden hafif, hatta yokmuş gibi geldi. Hemen alışılıyormuş meğer sırttaki 20 kg.ya. 5. günün sonunda, muhtelif nedenlerle Furkan ayrıldı aramızdan, 6. günün sonunda ise Özgün katıldı. Özgün, 2013 jam'de tanıştığım süpersonik, çok tatlı bir kadın. Yeni dörtlü (3 erkek 1 kadınlı bir grup var mı ki? Şebnem Ferah'lı bir grup gibi düşünelim), bir oyuncu değişikliğiyle yollara düşmüş oldu böylece. 7. günün sonunda Patara'daydık ve Özgün haricinde epey yorgun düşmüştük. Orada pek keyifli bir kamp alanı bulunca seriliverdik oraya ve ertesi günü tatil ve dinlenmece günü ilan ettik. 9. gün yine yollara düştük ve Kalkan'a, oradan Bezirgan yaylası, Gökçeören, sonra da 12.günde Çukurbağ'a vardık. Çukurbağ'da Burcu da katıldı ekibe. 13. günde sabahtan Efe'yi Burdur'a (sonra da J-fest'e gidecekti ve gitti) yollayıp yeni dörtlü olarak (2 erkek 2 kadın, tabii ki Ace of Base), o gün kısacık parkuru yürüyüp Kaş'a geçtik. Tatilimsi bir gün oldu; deniz, çakıltaşı, güneş; akşamına da ateş yakıp muhteşem kasabın muhteşem köftelerini yemece ve sahilde şezlonglarda uyumaca... 14. güne uyandıktan birkaç saat sonra Zeyd ve Özgün de ayrılınca biz olduk Oya-Bora (ilk başta İzel-Ercan yazdıydım ama Oya-Bora imdadıma yetişti çok şükür!). 14. gün de 3/4-tatil modu, bütün gün takılmaca ve yiyecek alışverişi, sonrasında sadece Limanağzı'na bir saatlik bir yürüyüş. 15. gün oldu ve Oya-Bora'nın ciddi yolculukları başladı nihayet. 16.günde fena bi' kaybolma ve Emre'nin yolculuğu ve bu yürüyüşe dair hislerini sorgulaması...

Burada azıcık durasım var, her şeyi atladım da buradaki hisleri atlayıp geçemedim, sadece birkaç cümlecik... Aslında yolun başından beri çok iddialı cümleler kurmaktan çekiniyordum, hep 'gittiği yere kadar; gücüm, enerjim yettiği kadar giderim.' falan diyordum ama içimde bir yerde tüm yolu yürümek de vardı aslında. Bunun bir nedeni, daha ilk günden notları alırken hazırlamaya karar verdiğim bloga epey önem atfetmem ve bu blogu sağlam ve eksiksiz (ya da az eksikli) yapmak istememse, bir diğeri de bir şekilde kendime ve diğerlerine 'Abi ben bütün yolu yürüdüm yaa.' diye hava atmaktı sanki. Bu ikinci neden yürüdükçe daha bi' hırsımtrak bi'şeye dönüştü aslında. Bahsi geçen kaybolma, bu hissiyatları fark etmemi sağladı ve 'Ben galiba keyif almıyorum artık; bu iş, 'iş'e dönüştü yahu!' diye düşündüm; hatta öğle molasında sıcağı sıcağına paylaştım Burcu'yla. O daha iki gündür yürüyordu ama bıraksak da çok üzülmeyecekti. O yönden sorumluluk hissetmedim yani. O öğle molasında ve sonraki saatlerde, yani bizim kayıplıktan na-kayıplığa geçtiğimiz zaman aralığında hissiyatım hep bırakmak yönündeydi. O gün varmış olduğumuz kamp alanında da o kadar bitkin hissediyordum ki, fikriyat aynen durdu durduğu yerde.

Ertesi gün (gün 17) daha enerjik uyanıp, keyifli bir yürüyüşle Üçağız'a varınca bu hissiyat dağıldı epey. Bahsi geçen hissiyatların doğruluk payı varmış muhakkak ama olay tümüyle onlardan ibaret de değilmiş aslında. Bunu fark ettim; çok da güzel geldi o gün ne mutlu ki. Devam etmek istediğimi söyledim, Oya da kabul etti. 17.gün, tüm jam, jam sonrası ve Likya yolu yürüyüşü boyunca 'yatak'ta yattığım(ız) tek gece olarak tarihe altın harflerle yazıldı. Aman da ne güzel bir şeymiş meğer o yatak denen şey. Yok, çadır içinde veya dışında, mat üstünde, uyku tulumunda yatmaktan şikayet etmedim hiç ama yatağa yatınca bi' başka oluyormuş. Üstümüz, başımız, kendimiz, kıyafetlerimiz o kadar kirliydi ki o günü Üçağız'da Ekin Pansiyon'da geçirdik. Pansiyoncu Yusuf abi o kadar yardımcı ve tatlıydı ki... Oda-kahvaltı ve gayet az bir meblağa anlaştığımız yetmezmiş gibi çamaşır makinesini kullandık, akşam üstü elma getirdi bize, akşam da yemek... Sonra yola devam... Gün 18'de Çayağzı'na devam, Gün 19'da 5-6 günlük etabı -otostopla- atlayarak Karaöz'e ve oradan Korsan Koyu'na geçiş, 20. günde meşhur Gelidonya Feneri'ni de görüp Adrasan ve 21. gün Olimpos.

Burada iki hikayenin altını çizip bitiriyorum yavaştan. Birincisi, 20. gün Korsan Koyu'ndan Adrasan'a doğru giderken, bütün yolun en enerjik, fiziksel olarak en şahane hissettiğim günüyken, 21. günde bir anda çökmem ve zorlukla devam edebilmem. Hele Burcu, özellikle başlarda çok zorlandı. Bu etabı bitirebileceğimizi bile sorguladık... Sonra toparladık neyse ki ve bitirdik. Ama o en başlardaki yorgunluk, bu sefer gerçekten bitmesi gerektiğini hissettirdi bize. Ayrıca artık 'market nerede var', 'su kaynağı nerede'leri düşünmekten o kadar yorulmuştum ki, devam edecek gücüm kalmayıverdi. Bir anda... Ve bitirdik o gün. 21. güne başlarken o günün son gün olacağı hakkında en küçük bir hissiyatım, düşüncem yoktu ama bitiverdi. Olimpos'ta Ummanaki'nin evine gittik, bi' güzel yayıldık, temizlendik, yemek-rakı vs. Ertesi gün de oradaydık ve bir sonrakinde de Burcu'yla Antalya'ya geçtik, sonra o İzmir'e doğru yola çıktı, ben de her zamanki demlenme ve dinlenme yerim olan Alanya'ya.

Yok yok, ikinci hikayeyi unutmuş değilim. Geliyor... 17. gün Üçağız'da pansiyonda kaldık, dedim ya. Bir grup da -aksanlarından belli ki- İngiliz kadın vardı ve selamlaşmıştık... 18. gün biz yola erkenden çıkmış, sonra öğle molası vermişken yanımızdan geçiverdiler. Sonra 20. gün biz yine daha erken yola çıkıp yine yolun ortasında öğle molası vermişken yine yanımızdan geçmezler mi... Bu sefer geçerken şeker de verdiler bize... Ha bir de 'Yarın görüşürüz.' falan dediler şaka yollu. Hadi bu da tamam da, 21. gün, bu sefer normal saatten çok daha önce beklenmedik bir uzun mola verdiğimizde aynı grup yine geçti, çok acayip. Artık şunu deme ihtiyacı duydum kadınlara: 'Valla hep oturmuyoruz. Biz de yürüyoruz aslında.' ((: Hatta kadınlardan biri olsam aklımdan şu geçerdi diye düşündüm: 'Bu ne yahu, bu ikisini her gün bizim yola helikopterle mi bırakıyorlar ne?'. Öyle işte, benim aklımdan öyle komiklikler, şakalar geçer; bakmayın siz. Neyse sonra yolda onları yakaladık, geçtik falan. Galiba gurur yapmışım ki bunu belirtme ihtiyacı duydum (Gülücük). Onlar yine 'yarın görüşürüz' falan dediler ama ben 'yok,' dedim, 'galiba son gün bizim'.

Hadi buraya kadar olan bir çeşit tesadüf de, ateyizler bundan sonrasını nasıl açıklayacak bakalım... Biz 21. gün yürüyüşü bıraktık, 2 gün Olimpos'ta kalıp Antalya'ya doğru otostopa başladık. Önce Fransız bi'çift bizi Göynük'e kadar attı. Sonra biz son 30 km için başparmakları doğrultmuşken yanımıza yaklaşan minibüsün, kadınların servis aracı olmasına ne diyeceksiniz, haa?

Al sana sürpriz ve ani son! ((:

Likya Yolu macerası (öncesi)

Sıra gelmedi yahu Likya yolculuğu yazısına. Öncelikli olarak başlatmış olduğum deneyin heyecanı, sonralıklı olarak da diğer okunası-yazılası şeyler, diğer olup bitenler, şu-bu...

Hayır bi' de bi' anda yarın İzmir'e gitmeye karar verdim ve araya iyice zaman girmeden önce bir şeyler çiziktirmek istedim. Yarın sabah erkenden baş parmak marifetiyle İzmir yoluna düşüyorum, akşam sularında İzmir'de olmayı ve Günhan'la buluşmayı umuyorum. Sonra da onunla Urla'ya geçeceğiz, Jamily'den başka birileri de olursa ne mutlu, olmazsa hala çok mutlu, Günhan'ı ben bir yıldır görmedim ya dostlar...

İvit.. Likya yolu yürüyüşü sonrası hemencecik teknik bilgileri içeren bir blogu yayınlayabildim neyse ki; şu anda hatta yapıyor olduğum deneyden önce, orada küçük bir deneme başlattım (hala tereddütlüyüm ya nedense) falan... Ama bir türlü işin keyifli ve daha kişisel kısımlarını, anıları falan yazamadım. İzmir öncesi el atıyorum, artık ne gelirse elimden...

Nerden başlasam...

Yaa bu yürüyüş inanılmaz güzel geldi bi' kere. Her anı çok güzel ve çok öğreticiydi. Çok yorulduğum da oldu, bezdiğim de... Yolların sıkıcılaştığı bir etap da oldu, işaretlemeleri tamamen kaybedip kaybolduğumuz ve 'şimdi ne yapıcaz'ı bilmediğimiz bir an da... Ama hiç şikayet etmedim; hep çok güzeldi. En güzel tarafı galiba şuydu: Ben yürüyüşün her anında, hep o andaydım; hep atacağım bir sonraki adımda, kayma ihtimalim olabilecek yerleri gözlemede, bacağıma sürtünen, çizen makilerde idim. Bir de -o anda olmayı bozmuyor bence- 'akşam nerede konaklayacağız'da, 'gittiğimiz yerde market var mı'da, 'suyumuz bitiyor la, noolacak'da idim. İnanın başka hiçbir yerde değildim. (Bu, çok çok az bozulduysa son 3-4 gün bozulmuştur ama gerçekten çok az. Yürüyüşün sonuna yaklaştıkça, sonraki planları ister istemez düşünmeye başladım.) Tam bir meditasyon hali galiba, ki henüz çok bilmiyorum bu işleri. Ama mesela 'bu işler'e az çok aşina olan Burcu diyor ki, 'insanlar bu kıvama gelebilmek için yıllarını veriyorlar. Böyle olabilmen çok güzel'. E o öyle diyorsa öyledir ya zaten... Ne mutlu bana...

Ha bu arada yürüyüş öncesinde de koskoca bir jam vardı yahu. Hayatıma 20 tane daha şahane insanı sokan jam. Jam'i anlatmak ne mümkün. Ama birçoğunuz jam'den az çok haberdarsınız zaten, hımm?

Ne diyorduk... Jam sonrası Burcu'yla 2 gün Assos'ta kamp yaptık, sonra otostopla -ve hayatımda ilk kez tek bir araçla- İzmir'e vardım. Orada yürüyüş ekibinden İbo (Zeyd) ve Furkan'la ve birkaç jamcanla buluşup akşam bol muhabbet Kordon'da... Sonra yeni jamcanlardan Ebru'da kaldık ve sabah kahvaltısı sonrası 3 adam yola düştük. Göztepe'den bi' çevre yolu çıkıyo otobana doğru, işte oradan üçe ayrılarak başladık otostopa... Burası apayrı bir hikaye gerçi ama çok uzatmamak için durduruyorum kendimi. Sadece yolda ayrıldık ama bi' ara İbo-Furkan birleşti bi' şekilde, sonra da Furkan ve ben, onu paylaşiyim. Ha bi de, bi' ara yabancı (galiba Alman'dı) bi' adamın arabasına bindik Furkan'la. Sakin sakin gittiğimizi sanarken hız göstergesine bi' baktım, 190'la gidiyormuşuz. Furkan'a söyledim, o da çok şaşırdı. Sonra bi' ara 200'ü de gördük. Ama otobandaydık ve adamın multi-manyak arabasında 100'le gidiyor gibi hissettik, son derece de güvenli... Akşama doğru Furkan'la Fethiye'ye vardık (İbo'nun varışı çok daha sonraya tekabül etti, bi yerlerde fena takıldı), gün batımında denize karşı ikişer bira içtik. O anlardaki keyfim şimdi gibi aklımda.

Sonra gece saat 10'a doğru Efe intikal etti Burdur'dan. Hızlı bir yemek yemece, sonra da marketten büyük alışveriş... 12'ye doğru da İbo'nun gelmesi... Benim saat 10'dan itibaren yavaş yavaş paniklemeye başlamam ve -bilen bilir, hiç de öyle olmam ya ben- grubu biraz germem... Ama nasıl germiyim? Yeterince araştırma yapmamışız; haritamız yok; su kaynaklarının yerlerini pek bilmiyoruz; bir sonraki gece nerede kalacağımızı bilmiyoruz; dahası o gece bile nerede kalacağımızı bilmiyoruz (saat 12'de bile hala bilmiyorduk), çayır çimen bir yerde mat-üstü tulum uyuyacağız ama o çayır-çimen nerede?.. Yolculukla ilgili (işte bu yol, su, kalacak yer, market durumları) yeterli araştırma yapmamışız, diyorum ya o gece bile nerede kalacağımız belli değil. Yahu nasıl tedirginim ama nasıl... Grubu da gerip duruyorum böyle... Ama adamlar da -sözleşmiş gibi- nasıl rahatlar, anlatamam. Bu durum daha fazla gerilmeme neden oluyor.

Neyse saat artık bire mi geliyordu neydi, dedik ki biz Hisarönü'ne gidelim, ki Likya yolu Fethiye'den Ölüdeniz'e giderken Hisarönü diye bir yer var, işte oradan başlar; orada uygun bir yer bulalım, kampımızı kuralım; sabah da pıt diye başlarız oradan yürümeye. İyi ki de öyle yapmışız. Biri geçerken o tarafa giden son (veya bir önceki) dolmuşa bindik, Hisarönü'ne vardık, uygunumtrak bir yer bulduk, çadırları kurduk falan... Sonra biraz rahat ettim neyse ki, sakinledim. 2:30 civarında da yattım galiba (diğer arkadaşlar az daha takılıp yattılar), 6:30'da kalkmak üzere.

Abartıyorum sanmayın, hayatımın en tedirgin saatleriydi belki o gece yaşadıklarım. Furkan falan çok şaşırmış zaten, diyip duruyormuş Efe'ye 'Allah allah, çok rahat bi' adamdır Emre yaa, hiç böyle değildir.' diye... Valla ben de çok şaşırdım, ne yalan söyliyim. Ama öyle bi' geldi geçti ve ertesi sabah uyandığımızda gayet iyiydim ve büyük yürüyüşe hazırdım.

6 Ekim 2013 Pazar

Bir Emre'nin Likya Yolu macerasının kronolojisi

28 Ekim 2006: Likya Yolu'ndan ilk kez haberdar oluyorum. Upuzun bir rotaymış, Güney'de bir yerlerdeymiş, çok keyifliymiş, doğada yürüyüş için bulunmaz nimetmiş... Emre ve Zeynep'in düğünü için gittiğim Ankara'da Füsun anlatıyor(du) aldığı keyfi ve gözleri parlıyor(du) resmen, kayıtlara geçsin. O düğünden aklımda kalan tek şey bu; ama başka düğünlerden de aklımda pek bir şey kalmaz ki zaten, ola ki okuyorlarsa E & Z yanlış anlamasın sakın. Ha bu arada Füsun'u son görüşümdü bu; E & Z'yi bir ya da ikişer kere daha gördüm. Likya Yolu ise bir şekilde kulağımda kaldı ama çok da gündemime giremedi uzun süre.

Dünyanın en büyük parantezi gelsin şimdi:

((( 29 Ekim 2006: Arkadaşlarımın en az %40'ının ezbere bildiği üzere, çayı şekersiz içmeye başladığım gün. Bu yazının gidişatıyla hiçbir ilgisi olmasa da bu tarihe karşı olan saçma sapan takıntım ve bu tarihi, kalan %60'a ve kalan herkese öğretmek için içimde yanan o tuhaf ateş gereği, yeri gelmişken bunu paylaşmak istedim. Hatta iyice lüzumsuz detaylara girmek gerekirse, düğün gecesi Koraylar'da kalmıştım ve ertesi gün ailesiyle birlikte kahvaltı yapıyorduk. Annesi, babası, ablası ve kendisi çayı şekersiz içiyorlardı ve ben de bir süredir bunu gerçekleştirmek istiyordum. 'Fırsat bu fırsat!' dedim ve şeker istemediğimi söyledim. İşte o gün bugündür çayı şekersiz içiyorum ben. Herkes bilmeli bunu bence(!).

10 Kasım 2006: Yazının bütünlüğünü iyice bozacak olsa da dayanamayıp şunu da ekliyorum: Arçelik'te çalıştığım dönemde, işim gereği Anadolu'da sıkça seyahat ediyor ve araba kullanıyordum. İşte bu seyahatlerden birinde Sivas'tan kuzeye doğru yönümü çevirip Şebinkarahisar'ı falan geçip, artık Karadeniz sahiline iyice yaklaşmışken Dereli Köyü yakınlarında ciddi bir kaza geçirdim. Virajda arabanın kontrolünü kaybettim; araba 90 derece dönüp yan yan kayarak yandaki yamaca vurdu ve burnum bile kanamadan, bacağımdaki bir-iki morarma ile atlattım. Şanslıydım, zira diğer taraf uçurumvari bir yerdi. Şirketten yeni vermiş oldukları telefonumu kaybetmiş olmam ise, çok da sıkıntı değildi elbet. )))

13-18 Ekim 2012: Gezijam pilot için gitmiş olduğumuz Bayramiç - Ahmetçeli'de, zaman zaman pilot çalışma sonrasındaki planlarımızla ilgili konuşurken, çok sevgili Hülyacım, Faralya'ya doğru gitmek istediğini, birkaç yıldır oraya gittiğini ve Likya Yolu'nun birkaç etabını yürüdüğünü, Kelebekler Vadisi'ne indiğini, çok keyif aldığını falan anlatıyor. Fikir beni çok cezbetse de o kadar akıştayım ki, birkaç gün sonrasının kararını bile vermek istemiyorum ve Hülya'yı beklettikçe bekletiyorum; 3 gün falan kala 'Yine söz vermiş olmayayım ama galiba gideriz yahu!', 1 ya da 2 gün kala da 'Tamam bee, gidelim tabii!' diyorum.

18 Ekim 2012: Gezijam sonrası ekip dağılıyor, biz de Hülya ile tam 17 araç değiştirerek Fethiye'ye varmayı başarıyoruz. Ertesi gün de otostopa devam ederek 4 araç daha değiştirerek Faralya'ya, kalacağımız pansiyona varacağız.

19-22 Ekim 2012: Çok keyifli birkaç gün, harika bir pansiyon, bir gün Kelebekler Vadisi, ertesi gün önce Hülya ile ilk etabı, sonra da bize sonradan dahil olan Argın ile ikinci etabı yürümece, üçüncü gün hep beraber ikinci etabın alternatif rotasını yürümece, ... Bu yürüyüşler sırasında kelimenin tam anlamıyla mest olmaca, içim içime sığmamaca, Hülya'ya ikide bir 'Hülya! Noolucak?' diye sormaca (bilmeyenler için bir şey ifade etmeyebilir bu), attığım her adımda Likya Yolu'nda daha uzun yürüyüşler yapmak için niyetlenmece...

Mart-Mayıs 2013: Niyetleri gerçeğe dönüştürmek için girişimler, Özgür, Argın ve İbo ile plan yapma aşamasına gelmeler; ancak rüzgarın ters taraftan esmesi sonucunda son anda Güz'e ertelenen planlar...

Temmuz-Ağustos 2013: Son ana bırakmadan harekete geçtik ve planları yapmaya başladık. Yeme, içme, kalma, su ve diğer tüm ayrıntıları konuştuğumuz, yazıştığımız bir dönem

10-30 Eylül 2013: Yürüyüşün vuku bulması! Hani böyle şeyler için heveslenenler çok olur da sonra türlü sebeple cayılır ya, hiç öyle olmadı. Feysbuk'ta açtığım etkinliğe 'katılıyor' görünen -ben dahil- 5 kişinin 5'i de katıldı, hatta bir de bonus arkadaş katıldı. Benim hancı olduğum ve tamamında yer aldığım, kalan ekibin zaman zaman değiştiği, gerçekten çok iyi hissettiğim, çok keyif aldığım, çok yorulduğum 21 günün sonunda yürüyüşü bitirdik.

3-5 Ekim 2013: Yol boyunca; etaplar, su durumu, kamp yapılabilecek yerler, market bulabilme gibi konularla ilgili almış olduğum notları yeni açmış olduğum bir blogda paylaştım. Hatta buna bir de 'armağan ekonomisi' misyonu ekledim ama -nedense- hala tereddütlüyüm bununla ilgili olarak. Geri adım da atabilirim. Eğer blogu açtığınızda gözünüze 'farklı' bir şey çarpmıyorsa, bilin ki geri adım atmışımdır.

--- 'Yürüyüşte neler yaşadım, neler hissettim, nasıl geçti' ile ilgili ayrı bir yazı yazacağım muhtemelen. Ama az önce birdenbire böyle bir kronolojik özet geçesim geldi ve okuyor olduğum OT dergisini bir kenara bırakıp bunları yazıverdim işte.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Dün ve bugünden kalanlar ve 'yarın'

Hızımı alamadım ve devam ediyorum. Hem bir önceki yazıda bahsettiğim 'yarın'ı yazmak için, hem de o yazıyla ilgili olarak da tamamlanmış hissetmediğim için. Açıp açıp, teşekkür kısmına birilerini ekliyorum, sonra bazı cümleleri değiştirip duruyorum, falan... Bir yandan en beğendiğim yazılarımdan biri oldu, bir yandan da -tabii kapsamı da çok geniş olduğu için- eksik kalan bir sürü şey kaldı sanki.

Mesela teşekkür kısmını detaylandırasım var. En azından birkaç kişiye... Geçen yazıda da yazdım; annem, birçok annenin olacağı gibi, bu süreçte hep çok endişeliydi. Göçebeliğe başladığım günün ertesinde telefonda bana 'Öyle bir şey yaşayacağıma öleyim daha iyi!' diyen oydu mesela; onun için bu kadar korkunç bir süreç benim yaşadıklarım. Ve bu sürece karşı böyle hissetmesine rağmen yine de iyi dayandı ve içişlerime hiç müdahale etmedi. Cidden tebrik etmek lazım kendisini. Babam da, yine birçok babanın olacağı gibi, nispeten daha az endişeli de olsa, 'hayatın gerçekleri', 'para kazanma zorunluluğu' gibi -aslında kendi kurgumuz olduğunu düşündüğüm- konulardan dolayı daha 'normal' bir yola dönmemi tercih ederdi belki ama yine de hep arkamdaydı, engel olmaya çalışmadı... 'Doğal yaşam' desem "paramız olsa keşke de bir yer alsak sana" dedi, 'pansiyon falan mı işletmeli' diye düşünsem bulduğu pansiyon, kamp yeri, apart otel ilanlarını gönderdi hep bana.

Sonra İstem, eşyaları dağıtmaya henüz karar vermediğim zamanlarda tüm bir odasını bana açtı; sonra dağıttım eşyaları ama yine de bir valiz, bir koli ve birkaç ıvır zıvırım onda, İstanbul'da onun evi benim için üs haline geldi. Bir ihtiyacım olup olmadığını soran çok kişi oldu ama Levent, Bülent ve Neslihan'ı ayrı tutasım var. Özellikle Levent'in, ben ne kadar "Yok yok uzun bir süre bir şeye ihtiyacım yok." desem de, her seferinde sorması çok kıymetli. Bülent ve Neslihan'ın her şeylerini önüme sermeleri ve onların da 'Sana fon oluşturalım' fikirlerini paylaşmaları da... Ayrı tutasım var deyip 3 isim andım ama hemen başkalarına haksızlık yaptığım hissiyatı dolanmaya başladı içimde. Yine beni hep destekleyen, evlerini açan, eşyalarını paylaşan herkesten bahsetmek istiyorum aslında ama çok uzar... Sonra Begüm'ün varlığı ne kadar kıymetli. Birlikte yapmış olduğumuz Armağan Ekonomisi 101 atölyeleri ve tam da bu atölyeler sırasında ve birlikte geçirdiğimiz bir hafta boyunca kendimi daha da güçlenmiş hissetmemi sağlayan kişidir; ve bu güçlenmişlik hissiyatı daha da artıyor günbegün. Oluşturdukları cennet Flora'nın kapılarını -sadece bana değil- tüm dostlarına sonuna kadar açan, "Gel, burada hayata katıl, hem bize destek ol, hem kendini sına." diyen, birkaç gidişten sonra orada kalmaya karar verdikten ve -güya- oraya yerleştikten sonra patlayan Gezi direnişi sonrasında apar topar ayrıldığım ve sonrasında tekrar gitmeye güç ve yeterince istek bulamadığım, ama buna karşın hiç olumsuz tepki almadığım ve kapının bana hala açık olduğunu hissettiren, orada bulunduğum her an kendilerinden bir şeyler öğrendiğim ve daha öğreneceğim çok şey olan Ayşe ve Selahattin'e ne desem, ne yazsam yetmez. Sonra Filiz var mesela... Onun bana olan etkileri doğrudan değil, daha dolaylı. Ama son 1 yılda karşıma çıkan, benim için 'yeni' olan neredeyse her şeyde parmağı var, ya bu 'yeni'liklerin gelişmesinde katkı sağlamış, ya da bizzat önayak olmuş/oldu. Ona da çok şükran doluyum. Daha da var ama bir de Burcu'ya yer açıp bitirelim. O da tüm varlığıyla, duruşuyla, sorgulamalarıyla, hayalleriyle hayatımı o kadar zenginleştirdi ve zenginleştiriyor ki...

30+1 yılda (son 1 yılı ayrı yazasım var) epey şey gördüm, farklı deneyimler edinme şansım oldu vs. Kitaplar okudum, filmler izledim, ülkede ve dünyada katliamlara ve çok boktan olaylara, nadiren de güzelliklere tanık oldum. Bazen çok umut dolu, bazense tam tersi hisler dolaştı içimde.

Tüm bunlar ve özellikle son 1 yılın sonucunda, -tam da şu anda- bugüne ve yarına dair neler geçiyor aklımdan biliyor musunuz?

Büyük çoğunluğumuzun hayatlarını boş yere harcadığı,

Sadece ve sadece kiramızı ve faturalarımızı ödeyebilmek, beslenmek ve barınmak için, yani sadece olmazsa olmaz temel gereksinmelerimiz için tüm hayatımızı ipotek altına alıp boka çevirdiğimiz,

7 iş değiştirdikten sonra ve ailem ve arkadaşlarım vasıtasıyla yüzlerce 'iş' hakkında edindiğim bilgilerin bir toplamı olarak iş hayatının -ve aslında tüm sistemin- tam bir fiyasko olduğu,

Bütün bunların hem sebebi, hem de sonucu olarak, aşırı ve gereksiz tüketimimizi gördüğüm,

Dünyanın, sadece insanların keyfi için kaynakları yağmalanası bir yer olmadığı, tüm canlılarla birlikte bir bütün olarak yaşamaya başlamamız için yarının çok geç olduğu, hepimizin acil kendi adımlarını atması gerekliliği,

Doğadan ve topraktan kopuşumuz ile kendimizden kopuş arasında çok önemli bağlantı olduğu, hatta belki de bu ikisinin tam da aynı şey olduğu,

Doğal yiyeceklerle beslenmenin hem vücut, hem zihin, hem de ruh açısından çok ama çok önemli olduğu,

Bu 'doğal yiyecekleri' mümkünse kendimizin de yetiştirmesinin çok daha iyi olduğu,

Hayatta sırtımıza binen tüm sorumlulukların bizi kamburlaştırdığı, çökerttiği, çöktükçe kafamızı kaldırıp bakmanın iyice zorlaştığı ve hatta imkansızlaştığı; bu nedenle kaybettiğimiz her dakikanın işleri daha da zorlaştıracağı,

Kendimizi bulabilmek için -mümkünse- tüm sorumluluklarımızdan sıyrılmamız gereken bir zaman dilimini kendimize borçlu olduğumuz,

Yazmanın -galiba- kendimizi bulabilmek için yapılacak en önemli alıştırma olduğu,

Başka bir dünyayı hayal etmenin bizi bir yere götürmeyeceği, hemen şimdi harekete geçmemiz gerektiği; Mülksüzler'de dendiği gibi devrim yapılamayacağı, devrim olunabileceği; kendi 'başka bir dünyamızı' hemen şimdi inşa etmeye başlama gerekliliğimiz,

Aynı minvalde, Gandhi'nin dediği gibi dünyada görmek istediğimiz değişimin kendisi olmamız gerektiği,

Vermenin güzelliği ve almaktan da korkmamanın önemi,

Kendine yeterliliğin büyük bir yanılsama olduğu gerçeği,

Hayatın topluluklar içinde ve dayanışma/birbirimizi tamamlama ile güzel olduğu gerçeği,

Tükettiklerimizle bağımızın kuvvetlenmesinin önemi,

...

gibi şeyler geçiyor işte. Neredeyse her anım, tüm zamanım bu düşünceler ve türevleriyle geçiyor. Hiç de şikayetçi değilim. Yazıya başlarken bunları yazmak gibi bir niyetim yoktu ama akıverdi kendiliğinden.

'Yarın'a geliyorum şimdi de nihayet. Ama bu kısmı -umarım- kısa tutacağım.

Yarınımın bana ne getireceğini çok iyi bilmiyorum. Ama artık bir vizyonum var. Belki asla ulaşamayacağımız, belki de kısa bir süre sonra mümkün olacak, ama ne olursa olsun bu yönde kafa patlatmaktan ve fikir üretmekten vazgeçmeyeceğimi sandığım vizyonuma göre, devletlerin ve tabii ki mülkiyetin olmadığı, birkaç yüz kişilik topluluklar halinde yaşadığımız, paranın zamanla ortadan kalktığı, herkesin sevdiği ve keyif aldığı işleri yaptığı ve tam da bu sayede kimsenin aslında 'çalışmak' zorunda kalmadığı; insanların keyif alarak ürettiklerini 'armağan ekonomisi' kapsamında özgürce ve fütursuzca birbiriyle paylaştığı, biriktirmek, yarını sağlama almak gibi kaygıların olmadığı bir toplum yaratmak gerekiyor.

Bu, elbette ki benim yapabileceğim bir şey değil, olacaksa kendiliğinden olacaktır.

Peki kendi hayatımda ne istiyorum, bir nevi misyon yani. Aslında yukarıda yazdıklarımın mikro halini uygulamaya koyabilmek istiyorum. Sayısını bilmesem de, galiba en azından 10 kişi ile, zamanla kendine yetecek kıvama gelen, teknoloji gibi konular haricinde dışarıdan herhangi bir 'mal' almak zorunda kalmayan, kendi yağında kavrulan, (satın almak zorunda kaldığı şeyler için ve seyahat masrafları için çok az miktarda para kazanması gerekebilir ya da sabit bir gelir varsa, bu kullanılabilir) elbette ki doğayla uyumlu yaşayan, tüm bunları yaparken dışarıyla iletişimini de kesmeyen ve diğer insanlara, topluluklara ilham veren, aynı şekilde sürekli öğrenen, iş bölümünün doğal yollardan, yani kişilerin ne yapmak istediklerinden yola çıkarak gerçekleştiği, büyümeye, değişmeye, gelişmeye her daim açık, -meli -malı'ların barınmadığı, grup içinde de mülkiyetçi olmayan bir topluluk oluşturmak, diye özetleyebilirim. Tabii buradaki her bölümün üzerinde uzun uzun konuşmalı, tartışmalı, fikir yürütmeli vs. Ama ana hatlar bunlar sanki...

Evet benim varmak istediğim yer bunun gibi bir şey işte. Topluluk oluşturma konusu, son zamanlarda birçok kişinin hayali ve her geçen gün bu kişiler arasında iletişim artıyor. Mesela dün Begüm'le bir grup oradan-buradan bu yönde hayalleri olan insanlar olarak buluşsak, toplansak diye düşündük ve Ekim'de bir toplaşma organize etmeye çalışıyoruz. Şimdiden çok heyecanlıyım ve farkında olmadan bu toplantı için ilk çalışmamı da, yukarıda sizlerin huzurunda yapmış oldum.

Bu hayal ve toplantı düşüncesi bir yana, bir süre daha (en azından bu kış) ekolojik çiftlikleri ve oluşmaya başlayan diğer bazı toplulukları ziyaretle, yoruldukça İstanbul'a dostlara veya aileye sığınarak geçecek gibi görünüyor. Sonrasında da topluluk oluşturma adımlarını atmamıza çok mu var, az mı, onu anladıkça ona göre diğer adımlar gelecek gibi görünüyor. Ufak bir pansiyon hayalim nüksediyor zaman zaman, bazen de sivil toplum yine beni çağırıyor gibi hissediyorum mesela. Ama dediğim gibi, galiba en azından Bahar'a kadar aynı bu şekilde ilerleyecek gibi hayat. Sonrasına bakıcaz...

göçebe'nin bir yılı

Zor bir işe al atacağım şimdik. 3 Eylül 2013, yani haftaya Salı, evimi boşaltıp göçebe hayata geçişimin yıl dönümü. 3 Eylül itibariyle, tam 1 yıldır, evsiz-barksız, zaten bir süre öncesinden işsiz, bir sırt çantası haricinde eşyasız yaşıyor olacağım. Bu da bir çeşit değerlendirme yazısı gibi bir şey. Yarın yola çıkıp Çanakkale yollarına düşeceğim; bu Perşembe'den bir sonrakine Anadolu Jam 2013'te bulunacağım; sonrasında da şimdilik tam olarak nasıl dolduracağımı bilmediğim 3-4 günlük bir boşluktan sonra Likya Yolu yürüyüşüne başlayacağım için, büyük bir ihtimalle uzunca bir süre yazamayacağım. Bu değerlendirme yazısını da, tam yıl dönümünde yazsam sanki daha anlamlı olurdu (kendi uydurduğumuz saat-gün-ay vb. kavramlara bunca önem verişimiz de ayrı bir tuhaflık ya...) ama pek mümkün olamayacak diye erken yıl dönümü yazısı kabilinden basıyorum tuşlara.

'Zor bir iş' diye başladım, zira 1 yılda çok şey oldu. İstatistik bilgiyle başlamak belki kolaylaştırır hayatımı, Haziran ayında şöyle bir geriye dönüp saymıştım da, -eksik saymadıysam- İstanbul'da 15, İstanbul dışında da 15 olmak üzere toplam 30 ayrı yerde kalmıştım; şimdi hafızamı hızlıca gözden geçiriyorum ve, -yine eksiğim olabilir ama- İstanbul'da 17, İstanbul dışında ise 18 yere ulaşıyor gibiyim, toplam 35 ayrı yer yani. Bunlardan İstanbul'dakilerin tamamı arkadaşlarımın evlerinden, İstanbul dışındakiler ise anne, baba, arkadaş evlerinden, ekolojik çiftliklerden, bir otel ve bir kamp alanından oluşuyor kabaca. Detaya inmek var şimdi ama gerek de yok sanki...

1 yıl geriye, 26 Ağustos 2012'ye dönüp baktığımdaki tablo bugünkünden çok farklı ve bu 1 yılda çok yol kat ettiğimi görüyorum! Temmuz'da işinden ayrılmış ve bir yandan iş başvuruları yaparken diğer yandan yeni bir işte çalışmaya hazır olmadığını yeni yeni keşfeden, bu işten ayrılırken almış olduğu tazminat ve 8 ay boyunca alacak olduğu işsizlik maaşı sayesinde yaklaşık 1 yılının garanti altında olduğunu fark eden ama sonrası için endişelenen, evini boşaltmaya ve masraflarını iyice kısmaya karar vermiş, -çok kısa bir süreliğine de olsa- nihayet aşka yakın bir duyguyu yaşamış, zaten Anadolu Jam 2012 sonrası genel olarak duygularının daha fazla farkına varmaya başlamış, tam olarak ne yapacağını bilmeyen ama tam da bu bilinmezlikten ötürü kendini tamamen rüzgara bırakmaya hevesli biri var karşımda.

Bugüne, 26 Ağustos 2013'e döndüğümde ise, 14 aydır bilerek ve isteyerek çalışmayan, tazminat ve Mart'a kadar aldığı işsizlik maaşının yanı sıra çok çok aşağıya düşürdüğü masrafları sayesinde (bir de satmış olduğu birkaç büyük baş eşya ve spor üyeliği falan da var) hala maddi bir sıkıntısı olmayan ve epey bir süre daha olmayacak gibi görünen, zaten bu konuyla ilgili neredeyse hiç kaygısı kalmayan, akışa çok güvenen, yerleşik hayatı, yemek yapmayı ve diğer bazı konforları özlemiş olmakla birlikte henüz bu sürecin devam ettiğini gören, her saniye 'başka bir dünya' oluşturmanın hayallerini gören ve bu yönde adımlar da atan, çok güzel, çok doyurucu ve çok destekleyici bir birlikteliğin içinde yer alan, hala 'tam olarak' ne yapacağına karar vermiş olmamakla birlikte bu konuda çok ciddi yol kat etmiş birini görüyorum.

357 gün önceki ve bugünkü Emre'ye bakınca ana hatlarıyla bunları görüyorum. Bu arada elbette ki bütün bu süreç pat diye evi boşaltmamla veya Anadolu Jam sonrası veya son istifam sonrası başlamadı. Şimdi dönüp baktığımda yıllara yayılan bir değişim ve uyanma görüyorum ve bugünkü emre'yi meydana getirdiği için yaşadığım her şeye şükrediyorum. Bugünkü emre çok matah diye söylemiyorum bunu, ama kendimden, geldiğim noktadan ve gideceğim yerlerden çok memnun olduğumu da paylaşmak isterim.

Mesela 2006-2007'de Arçelik'ta çalışırken ve 'daha iyi bir iş' ararken bunda muvaffak olsaydım, bugün olduğum insan olmayacaktım belki.

Mesela Arçelik'ten geçiş yaptığım ve katiyen 'daha iyi bir iş' olmayan TEB UCB, ben çalışmaya başladıktan 4 ay sonra kapanma kararı almış olmasaydı...

Sonra, 4 aycık çalıştığım UCB'de tanıştığım Emin ve Deniz'le hala süren dostluğumuz, yıllardır ülkeyi, dünyayı kurtarma, kendi yönümüzü bulma ile ilgili sohbetlerimiz olmasaydı, kat'iyen bugünkü ben olmayacaktım.

Sonra 6 aylık işsizlik dönemini yaşayıp, sonrasında yönümü insan kaynaklarına çevirmeseydim, Profil International'da -ilk birkaç ayı hariç tutarsak- çok mutsuz olmasaydım, mesailere, anlamsız çalışmalara ve diğer baĞzı şeylere isyan etmeseydim, bir gün işten kaytarıp tuvalette zaman öldürürken aynada traşlı yüzüme ve üzerimdeki cekete ve kravata bakarak kendime "bu sen değilsin!" demeseydim, sonrasında istifa edip bir süre Alanya'da bambaşka bir hayata kendimi atmasaydım da çok farklı olurdu.

Sonrasında İstanbul'a dönüş, sivil toplumla -geç de olsa- tanışma, çeşitli örgütlerde gönüllülük, önce YÖRET Vakfı'nda, sonra TEGV'de çalışma, -görece- daha keyifli bir iş hayatı, ama yine hayal kırıklıkları, yine şu anda çok abuk gelen mücadeleler, ego savaşları vs...

TEGV'den ayrılma arefesinde ve sonrasında, en beğendiğim ve içinde yer almayı çok istediğim iki sivil toplum örgütü olan Greenpeace ve Uluslararası Af Örgütü'nde çalışma şansını ucu ucuna yakalayamamış olmasam, ben yine bugünkü ben olmayacaktım.

Tabii ki daha öncesine, detaylara, diğer birçok kişiye inebilirim ama benim yolum genel olarak iş hayatı çerçevesinde ilerledi, değişti... Ve 2012 Temmuz başında işten ayrılış, aynı ayın sonunda hayatımda çok önemli yeri olan Jam ve sonrasında da evi boşalttığım gün 3 Eylül 2012'ye böyle geldim işte.

3 Eylül itibariyle de bu blogda, biraz daha öncesinden itibaren de şu blogda atıp tutuyorum zaten. Bazen (özellikle göçebe günler'de) çok mu detaya giriyorum, çok mu gereksiz paylaşımlarda bulunuyorum, diye sorgulamıyor değilim ama nasıl geliyorsa öyle yazıyorum işte. Bir ara yayından da kaldırmıştım mesela ama sonra geri koydum. Mesela tam şimdi de, bir yandan yazdıklarımdan çok mutlu hissediyorum, bir yandan da fazla detaya girdiğimi düşünüyorum. Ama kendimi ve hayata bakışımı olduğu gibi anlatabilmem için bu detaylar; onları yazmazsam eksik kalacak çünkü.

Bütün bunları yazma nedenlerim ise şunlar sanki: Öncelikle çok unutan bir insanım, birçok şey yaşıyor, sonra bunların çoğunu unutuyorum. Yazdığım takdirde geri dönüp okumak çok iyi geliyor ve yaşadıklarımı, hissettiklerimi taze tutmama yarıyor. Ayrıca kendi yazılarımı okuyarak kendimden bir şeyler öğreniyorum. Hem yazmak önemli bir düşünce pratiğiymiş, bu süreçte bunu çok iyi anladım. Zihin bomboş gibi gelirken  bile yazmaya başladığımda neler dökülüyor neler... Bunları blogda yazıyor olma nedenim ise, hem sadece kendime yazmak için bunca zahmete giremeyen üşengeç kişiliğim, hem de tanıdık/tanımadık 'birilerine ilham olurum belki' umudum. Bu sonuncusu çok önemli ve tanıdığım/tanımadığım dostlardan aldığım tepkiler, yorumlar- e-postalar beni çok mutlu ediyor; bu blogları okuyan bir avuç insan bunları okurken kendinden bir şeyler buluyor, bazısı takdir ediyor, bazısı imreniyor ve belki kıskanıyor, bazısı yola çıkmak için veya yolda kalmak için güç kazanıyor vs. Yani bir nevi deneme tahtası haline getirdiğim hayatım, birilerini harekete geçiriyor veya en azından baĞzı şeyleri sorgulamaya itiyorsa ne mutlu bana! Ki o kadarını yapıyor, bunu biliyorum. Bu arada epey küçülttüğümü düşündüğüm egoma da iyi geliyor tabii tüm bunlar; takdir edilmek, imrenilmek, desteklenmek...

Yukarıda ilham verdiğimden, sorgulattığımdan bahsettim ama bana da ilham veren, doğrudan ya da dolaylı olarak beni güçlendiren kimseler var, adlarını anmazsam olmaz (sanki oscar aldım da teşekkürlere geçtim, hadi hayırlısı) : Hepsiyle de son 1 yıl içinde tanışmış olduğum, çok farklı hayatlar yaşayan veya yaşama hayalleri olan ve bu doğrultuda kendisini denize atmış dostlarım Burcu'ya, Bülent'e, Ayşe ve Selahattin'e, Begüm'e, Filiz'e, Ayşegül'e; şimdi gittiğim yolla ilgili daha rahat olsalar da, zaman zaman frenlemeye çalışmakla birlikte yolumu kesmeye çalışmayan, ilk zamanlarda çok endişelenen annem ve az endişelenen babama; ne zaman sakinliğe, kafamı ve içimi dinlemeye, durmaya ihtiyacım olsa (son 3-4 hafta olduğu gibi) pat diye Alanya'ya gelebilip pek rahat ettiğim için, anneme ve Emir Abi'ye; dahası bana evini açan 35 civarında kişiye; doğrudan ya da dolaylı şekilde, kimi zaman bir kararlarından, kimi zaman -bana göre- yaptıkları hatalardan, kimiz zaman önerdikleri ve hatta elime tutuşturdukları bir kitaptan, kimi zaman bir olay karşısındaki tepki veya tepkisizliklerinden, bazen de bir bakışlarından çok şey öğrendiğim Elif, Umman, Özgür, Özcan, Argın, Neslihan, Balıkçı, Hülya, Birbilen, Bürgito, Emine, İstem, Özlem, İşlev, Ceren, Emek, Balaban, Aslı, Filiz, Emir Abi, Murat ve Dilşad, İdil, Levent, Ceren, Ömürden'e ... yok yok böyle olmayacak, duruyorum; zira devamı geliyor ve bitecek gibi değil. Ama o veya bu şekilde hayatıma giren herkesten bir şeyler öğreniyorum ve buna çok kıymet veriyorum. Bundan kelli burada adı geçen ve geçmeyen tüm dostlara çok teşekkürler.

Farklılıklar olsa da benzer süreçlerden geçen Burcu, blogunda 'dün', 'bugün', 'yarın' diye 3 yazı (sondan 2, 3 ve 4. yazılar, öneririm) yazmıştı. Tam bu satırlara gelince fark ettim ki, bu da benim 'dün' ve 'bugün' yazım oldu sanki. Şimdi bunu yayınladıktan sonra, enerji ve istek bulursam ben de bir 'yarın' yazısı yazarım belki. Bilmiyorum yapabilecek miyim... Neyse şimdilik bu kadar...

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Çok güzel on gün - 2

Bu sabah tam 7:30'da tepeyi aşan güneş ve havanın bir anda çok ısınması sonucunda açıkta kalamadık fazla. Kalktık, kahvaltı falan hazırladık, yedik. Sonra da hazırlanıp, eşya paylaşımı yapıp yola düştük tekrar. Hiç yetmedi tabii. Zaten bir sürü satır ayırdığım evi bir kenara koymak lazım, asıl Umman'la sohbet-muhabbet hiç yetmiyo. Neyse gideriz nasıl olsa yine.

İvit yola düştük, caddeye kadar yürüdük. Kızıyla tatile çıkmış bir anne aldı bizi aracına. Bir yandan araçtan inip bize yardımcı olurken diğer yandan "Hiç de yapmam böyle şeyler ya..." diye söyleniyordu. O da anlattıkça anlattı, kızı içinmiş bu tatil, iş dolayısıyla çok görüşemiyorlarmış falan... Sonra İsviçre'ye (Zürih) gitmiş, oradaki deneyimlerinden, oradaki uygarlığın geldiği noktadan, korna sesi duymadan geri geldiğinden falan bahsetti. Artık kafasına hiçbir şeyi takmamayı öğrenmiş, son 1 yıldır zaten çok değişmişmiş; bütün bunları anlattı bize. Zaten beni aracına alan insanların neredeyse tamamının paylaşmaya, anlatmaya aç olduklarını fark ediyorum. Muhtemelen çoğu farkında değil ama bu açlıklarını da yatıştırıyorlar o arada. Bir nevi terapi gibi, ne güzel...  Antalya-Kaş yoluna, Olimpos sapağına vardık; onlar ana-kız Tahtalı dağına doğru yola çıktı; biz de Burcu ile iki yöne ayrıldık. O Kalkan'a doğru ailesiyle tatil yapmaya gitti, bense yine dönüp dolaşıp Alanya'ya geldim. 28'inde Jam için Bayramiç'te olacağım ve sonrasında Likya yoluna düşeceğimiz ve sonrası da belirsiz olduğu için biraz daha sakin kalmak istiyorum. Bir de kafamda çok fazla fikir, düşünce, içimde çeşitli duygular, defterlerde ve bilgisayarda toparlanması gereken notlar vs. var. Bütün bu toparlamanın tam zamanı şimdi; yoksa iyice dağılacağım.

Geliş yolumu da anlatıp bitiriyorum. İlk araç Şırnak'lı 3 adamdan oluşuyordu. Şoför Latif başta olmak üzere çok sevdim adamları. Kürtler'in zorunlu politikliklerinin sonucu oluşan bilinçleri çok yüksek gerçekten. Ayrıca çok okumuşlar, gerçekten de çok biliyorlar. Diyarbakır'da öğretmenlik yapan bir arkadaşımın bi' ara dediği gibi, o tarafların ortalama (hatta belki zayıf) bilgiye sahip insanı, Batı'nın entelektüelinden çok daha bilgili, çok daha dolu. Hem çok okuyorlar, hem de birçok şeyi birinci elden yaşadıkları için çok daha iyi algılıyor, analiz ediyorlar vs. Neyse işte, bu 3 adamla -ve özellikle de Latif'le 1 saate yakın süren yolda çok şey konuştuk. Önce yollardan, tatilden falan bahsederken konu Gezi direnişine de geldi, anarşizme de. Kürtler'in bu direnişi destemekle birlikte neden mesafeli kaldıkları, Batı'nın medyanın pisliklerini yeni fark etmeleri, toplu muhalefetin ve birbirine destek olmanın önemi, sendikalar, CHP'nin hali ve ulusalcılık ve daha neler... Bi' ara tam da içimden bana artık tüm bunların eskisi kadar anlamlı gelmediğinden, birçok şeyi baştan kurmamız gerektiğinden, topluluklar oluşturmaktan ve biraz anarşizm fikrine olan yönelişimden bahsedecektim ki "Anarşizm okudun mu?" diye sormaz mı Latif! Bir sürü isim ve kitap saydı, bir tekini bile okumadığım; ben de ona Bolo Bolo'dan, Mülksüzler'den falan bahsettim biraz. Bunları konuşurken de yolculuk bitti zaten. Onlar Konyaaltı plajına yönelirken ben de 2 otobüs değiştirerek Antalya-Alanya yoluna çıktım.

Oyy dünyaları yazdım ama bitmiyor. Şimdiki çok bomba mesela. Alanya yoluna çıktım ve birkaç dakika sonra biri durdu. Mustafa Konya'ya gidiyormuş; yani Manavgat'ı biraz geçene kadar onunla gidebilecektim. Binmemle çok ilginç sohbetimizin başlaması bir oldu. Daha ilk başta Kemer'den -Ankara'da yaşayan- sevgilisiyle yaptığı tatilden döndüğünü öğrendim, ama Mustafa dert yanıyordu: "Ahh Emre ben kadınlardan çok çabuk sıkılıyorum, 3 geceden sonra iş bitiyor; iğreniyorum, tiksiniyorum yavv!" diye ahlandı biraz ((: Meğer tatili bile bir gün erken kesmiş sıkıntıdan. Abisine kendini aratmış, "Nee, öyle mi, kırılmış mı, hemen geliyorum!" demiş ve kızcağızı otobüsle Ankara'ya gönderip kendisi de arabaya atlayıp Konya'ya doğru yola düşmüş. Ha bu arada 34 yaşında olmakla birlikte 16 yıllık evli, 15 yaşında oğlu var falan... Tabii aldatma, kadın(lar)ı hor görme gibi konular hoşuma gitmiyor ama anlatışı falan o kadar komikti ki, gülerek yazıyorum şu anda da bunları. Sonra bi' ara marketin önünde durdu ve aynen şu konuşma geçti aramızda:

Mustafa - Arkadaşım ne içersin?
Emre - Ben bi'şey içmiyim, mataramda suyum da var zat...
Mustafa - (Dişlerini sıkarak) Arkadaşım ne içersin, dedim!
Emre - Ya ben cidden istemiyorum, yani kibarlıktan değ...
Mustafa - Arkadaşım ne içersin?
Emre - Tamam ben de geleyim de bakayım bari

İşte bu konuşmadan sonra soda içmek durumunda kaldım ((: Gerçi iyi de geldi. Başka başka, mesela Antalya'da çalıştığı dönemi, gençlik yıllarındaki jigololuk deneyimlerini anlattı, hiç kimseyi 'affetmediği'nin altını çizdi; kendisi için değil de ülkesine hizmet için yapmış bunları ((: Daha bi'sürü şey vardı da şimdi gelmiyor aklıma. Gelirse eklerim sonra.

Konya'ya saptığı yerde beni indirdi ve bu sefer de başka bir Mustafa'nın aracı ile Alanya'ya kadar, hatta evin kapısına kadar geldim. Meğer komşuymuşuz Mustafa abiyle. Hemen üstümüzdeki sokakta, benim buradaki balkon ile aynı hizada bir evde yaşıyor. Çok bağırmama bile gerek yok, ortalama bir sesle seslensem duyacak beni, o kadar yani ((: Böylece bizim deli yokuşu koca çantayla çıkmamış oldum, iyi de oldu. Bu arada Mustafa abiyi pek sevdim, zaten o yüzden seslenirim belki. Daha uzun uzun sohbet edesim çok geldi. Emekli müzisyenmiş (bas gitar), şu anda eline bile sürmüyormuş. Uzun bisiklet turları yapıyormuş arkadaşlarıyla, hatta Aralık'ta Atina'ya kadar gideceklermiş... Yine Gezi direnişinden falan da bahsettik; eski bir devrimci olarak bu olaylara başta burun kıvırmış da gidip kendi gözleriyle görünce olayın ne kadar farklı olduğunu görmüş. Kendimden bahsettim biraz, "Çok iyi yapıyorsun" dedi. İşte bu minvalde sohbetlerle geçti son 50 km de.

Sonra da eve girdim, duş, yemek, 4 günlük aradan sonra internet... Bu çoook uzun yazıyı yazmaca (ikiye bölmeye karar vermece) ve an itibariyle nihayet bitirmece.

- Bu yazıyı yazarken bi' ara Siya siyabend dinledim. Daha önceden bildiğim ama çok da dinlememiş olduğum bir gruptu. Gruptan iki arkadaşla da tanıştık Umman'ın orada da, yeri gelmişken atıfta bulunup, bilmeyenlerle tanıştırayım istedim. Mesela http://www.youtube.com/watch?v=j2G_FA7weGk

Çok güzel on gün - 1

Yine çok keyifli günlerden bahsedicem; özellikle ilginç otostop hikayelerini de anlatmamazlık edemeyeceğim için oturdum bilgisayar başına.

Önce azıcık başa, yani son yazdığım zamanlara sararsak eğer, Burcu geldi ve 5 gün Alanya'da kaldık. Gayet güzeldi her şey. 2-3 kere denize gittik, 1 gün sıcağa rağmen kale yolundaki ormanlık alana gittik ve orada zaman geçirdik, onun dışında çoğunlukla evdeydik. Çok sohbetli, çok paylaşımlı, hayalimizdeki toplulukları kurmak üzerine konuştuğumuz çok dolu günlerdi. Kitap okuduk beraber, ki mest oldum bu zamanlarda. Okuduğumuz kitaplar (Bolo Bolo ve Ütopya) tam da hayal ettiğimiz dünyanın benzerlerini hayal eden başkalarının eserleri olunca çok farklı bir gözle okuduk; aralarda durup tartıştık, konuştuk; konu bambaşka yerlere gitti falan; ama çok çok doyurucuydu gerçekten. Bolo Bolo'yu yakınlarda okumuştum zaten, Ütopya'yı ise seneler önce. Ama tekrar tekrar elime almak isteyeceğim kitaplar gerçekten de...

5 günden sonra yola düştük. Alanya'dan Antalya'ya kadar birlikte gittiğimiz arkadaşımız azıcık ilginçti. Defaatle tekrarladığı şeyler şunlardı: "Tatilde günde 200-300 lira harcıyorum.", "Şu tatilköyünde şu kadar paraya yer bulduk.", "Ben aslında çok hızlı giderim ama şimdi siz varsınız diye yavaş gidiyorum.", "Gelirken bi' arabayla kapıştım, BMW bilmemkaç!", "Ben yalnızken kırmızı ışıkta da durmam hiç!", "Gelirken önümdeki araç diğerine şöyle girdi!", "Diğer bir araba böyle takla attı!", "Zaten azrail peşimde bu aralar, kovalıyor beni.", 'ölüm'lü nice cümleler ve daha neler neler. O kadar çok kazadan, beladan, ölümden bahsetti ki, dedim adam zorla ölümü çağırıyor, arada biz de kaynayacağız armut gibi. Neyse ki yırttık şimdilik.

Antalya'da, yine Jam'den arkadaşımız olan Orhan'la buluştuk ve -korkarım- bi' alışveriş merkezinin yemek alanında bir şeyler yedik. Öyle bir ortama girmeyeli -ne mutlu ki- ne kadar çok zaman geçmiş. Üst üste inanlar, masalar, çok gürültü, yağ kokusu vs. Gerçekten ortam kabus gibiydi ama Orhan'ı görmek güzeldi. 1 saat kadar sohbet edebildik ve tekrar yola düştük, zira istikamet Flora'ydı ve daha gidilecek yol vardı; üstelik hava kararmaya başlamıştı.

Alış veriş merkezinden çıkmamız, Antalya Güneşev'e ve topraksız sera pankartına rastlamamız (tam da böyle şeyler duyduğumdan bahsetmiştim Burcu'ya), oraya göz atıp, geç olduğu için ancak camlarından bakmamız ve yola düşmemiz, havanın karardığı zamanlara rastladı. Acaba karanlıkta rahat otostop çekebilir miyiz diye emin olmasak da gelen belediye otobüsüyle Kemer yoluna kadar çıktık ve -sanırım- 10 dakika bile beklemeden Mehmet aldı bizi arabasına. Mehmet dünya tatlısı bir adam. Çok da komikti ve aslında o da biraz tuhaftı. Bu arada kendimi de sürekli olarak 'tuhaf', 'cins' vs. olarak tanımladığım için insanlar için de rahatlıkla kullanıyorum bu sıfatları. Mehmet Diyarbakır'lı, geri dönüşüm işçisi, sokaklardan topladıklarını satarak yaşıyor. 15 yıl önce, kendi deyimiyle 'askerle 'dağ'ın arasında kaldığı için' göçmüş bu taraflara. Belli ki hep zor işlerde çalışmış ve zor da bir hayatı olmuş ama olayı çözmüş aslında. "3 günlük dünya işte, neyi paylaşamıyorlar, neyin kavgası bütün bunlar?" diye sorguluyordu olan biteni. Bunlar bir yana... Elleri bırakıp diziyle araba kullanıyor ve bununla ilgili bir hikaye anlatıyor, bir yandan kibrit arıyor (araba kendi kendine gidiyor bu arada), bulup sigarasını yakıyor, bir yandan "Ben eskiden çok hızlı giderdim de artık yavaş gidiyorum; ne gerek var?" diyor; ama nedense tam da bunu dedikten hemen sonra gaza yükleniyor; diğer geri dönüşümcü arkadaşlarıyla olan hikayelerini paylaşıyor... Anlatması zor ama bi' değişik izler bıraktı işte o da. Telefon alışverişi de yaptık, "İllaki beraber bira içecez seninle! Yolun düşünce ara mutlaka" dedi, "Buralarda bi' ihtiyacın olursa mutlaka ara!" dedi. Nasıl anlatayım ki... Öyle bir samimiyetle söylüyor ki bunları da...

Mehmet'in arabasından indik; Flora'ya giden orman yoluna saptık ve 1,3 km.lik tırmanıştan sonra tekrar cennetteydik. Gezi direnişi için ani bir şekilde İstanbul'a geçtikten 70 küsur gün sonra nihayet dönebildim oraya. Çadırım, eşyalarım bıraktığım gibi ormanın ortasında duruyorlardı. Ayşe ve Selahattin tüm aşırı tatlılıkları ve güler yüzleri ile bıraktığım gibilerdi; onun dışında da Seçil, bir süredir pek merak ettiğim Can, ayrıca Zeynep ve Cemal vardı. Çok fazla çalışmadığımız, işlerin azıcık ucundan tuttuğumuz 2 güzel gün geçirdikten sonra, Cumartesi günü ormana kilimi sermiş sohbet ederken ve kitap okurken Burcu 'Deniz beni çağırıyor.' deyince, düşündüğümüzden bir gün önce çıktık Flora'dan.

Yine o güzel orman yolundan aşağı doğru sallandıktan sonra bir araçla Çıralı kavşağına kadar gittik; orada da Vanessa ve Kerem'in aracına bindik. 'Bindik' dedim ama o kadar kolay olmadı. Birkaç dakika sonra yapacağımız sohbette öğrendiğimiz üzere, onlar da uzun süredir yoldalarmış meğer. Galiba 1,5 aydır falan... Gökçeada'dan başlamışlar, girmedik yer bırakmayıp, köylere de uğramayı ve 'Gezi'yi ve 'direnişi' anlatmayı ihmal etmeden Antalya'ya kadar gelmişler işte nerdeyse. İşte böyle uzun bir yolculuk için çok eşyaları vardı ve dağınıktı da arka koltuk. Bizim de koca koca çantalar, şunlar- bunlar ve Burcu'yu arka koltuğa zorlukla istifleyebildik. O kadar sıkışık görünüyordu ki orası... Kerem kapıyı kapamadan önce Burcu'nun boğulmaması için pencereyi açmayı akıl etti neyse ki. Ön tarafta da işler, fiziksel olarak çok iç açıcı değildi. Kerem'in yanına geçtim ve ikimiz de havada oturarak (!), (gerçi Kerem otomatik vitese duacıydı, tam havada sayılmazdı) gittik bir şekilde. Gerçekten biraz fazla tatlılardı. Hikayelerimiz de o kadar çok yerden kesişiyordu ki... Vanessa da uzun süredir çalışmıyormuş, Kerem'i tam anlamadım ama galiba o da... Gittiğimiz yerler, seyahatler, tanıdıklar, küçük detaylar... Her şeyimiz her yerden kesişti; çok ilginç bir hikayeydi. İletişimde kalmak için girişimde bulunsaydık aslında keşke ama o an şey edemedik. Sadece inerken Burcular'ın 'Bohçamda Anadolu'sunun blogunu haykırdım. Belki girerler...

Çıralı'da indik, 2,5 ay önce Flora'dan ayrılmadan bir gün önce tanıştığım Seyran-Erdemler'in dükkanına gittik. Biraz sohbet, birer bardak gelincik şerbeti, kalacak yer ayarlama konusunda destek (hatta oraya kadar götürdü de bizi Erdem) gibi güzel paylaşımlardan sonra Elif Camping'e vardık. Flora'ya ilk gittiğim zamanlarda Bülentler'den ödünç almış olduğum kolay açılır (tam 2 sn.de), çok zor kapanır çadırımızı kurup doğruca 'su'ya koştuk. Denizin berraklığı ve güzelliği, tam da hava kararmak üzereyken çok bi' güzeldi. Sonra akşam yemeği, sahilde birer sıcak bira (bkz. imamın abdest suyu), yatmaca...

Sabah kalkmaca, ilk iş denize girmece, sonra kahvaltı, sonra çardağa kurularak 2-3 saat yine kitap okumaca, sohbet etmece falan... Acıkmaya başlayınca ve canımız meyve falan isteyince marketin yolunu tuttuk. Meyve bulamadık ama yoğurt aldık, sonra küçüklüğümden beri yemediğim kaktüs meyvelerinden (frenk inciriymiş adı) kestik bıçağımızla. Bayağı güzel bi'şeymiş valla, unutmuşum. Tek sıkıntı, küçücük küçücük çok fazla diken var üstünde ve ne kadar dikkat etsen de yüzlercesi batıyor ele (1 günü geçti, hala tek tük batıyor). Ama çok çok acıtmıyor, az az acıtıyor (bkz. hızlı hızlı değil ama çabuk çabuk), hatta belki tatlı tatlı. Öyle işte, yiyiverdik ikişer tane mis gibin! Sonra da Umman'ı aradık, uygun olduğunu öğrendik ve kamptan ayrıldık. Tabii yazdığım kadar kolay olmadı bu! Kolay açılır - çok zor kapanır çadır gerçekten de ömrümüzü yedi. Bİr gün önce Flora'da az bi' çabayla becerdiğimiz işi ne yaptıysak halledemedik. Önce çalışanlardan birinden yardım istedik; o da kotaramayınca, olay mahallinden geçen 3 genç imdadımıza yetişti. Aslında nasıl yapılacağını onlar da bilmiyordu ve -arkalarından konuşmak gibi olmasın ama- başlarda hiç umut vaat etmiyorlardı ama bir şekilde bilmemkaçıncı denemede 4 kişi başardık. Bütün bu süreç yaklaşık 1 saat sürdü ve gerçek bir kabustu bu arada. Sonra denize girdik, serinledik ve yola düştük. Çıralı merkeze (yaklaşık 3 km.) giderken kimsecikleri durduramayınca ağır çantalarla yürümek durumunda kaldık. Erdem-Seyranlar'a kısacık uğrayıp sahilden Olimpos tarafına geçip yola kadar çıktıktan sonra (yaklaşık 3 km. daha) bir araba bizi aldı ve Umman'ın yeni evinin çok yakınına kadar götürdü. Umman'ın yeni evi aşırı güzel bu arada. Daha önce gittiğimiz, hatta benim bir hafta evine göz kulak olduğum ev de ayrı bi' güzeldi. Taş evdi o, bahçesiyle ve tüm varlığıyla tam bir köy eviydi. Burası ise biraz daha aşağıda ve sahile yakın, yine müstakil bir ev. Sağı orman, solu orman, bulunduğu arsa (belki 1 dönüm falan?) ve önü açıklık sayılır. Maalesef beton falan ama içi falan çok daha güzel yapılı, mermerli mutfağı, fayanslı yerleri var. Çok ferah! Yine çok güzel bir veranda, yine ortalıkta koşturan köpecik (Çakıl) ve kedicik (Kum) ve bilumum canlılık! Çok sevdik, çok vurulduk!

Bu arada o kadar çadır uğraşmacası, deniz, bi'sürü yol yürümek derken gerçekten tükenmiştik. Ama o halle bir de markete gittik beraber, bi'şeyler aldık falan... Sonra geldik eve; çardakta çok ama çok keyifli bi' yemek yedik. Gecenin sonunda uyku tulumlarımızı aldık ve aynı çardakta uyuduk. Sabaha kadar havlayan Çakıl'a rağmen çok tatlı bir uykuydu. Gece nispeten serinleyen hava, üstümüze esen rüzgar, sağımız, solumuz çam ağaçları ve yukarıda dolunaya yaklaşmış ay...

9 Ağustos 2013 Cuma

Yavaş günler...

Tam 2 haftadır Alanya'dayım. Arkadaşlarımdan herhangi birinin burada olmadığı her seferinde olduğu üzere hep evdeyim desem yeridir. Geldiğimden bu yana, köpek kurtarma etkinliğini saymazsak 2 kere denize (akşama doğru, ve bir-iki saatliğine), bir kere markete gittim; bir kez de annemlerle birlikte dışarıda yemek yedik; haa bir kez de koşmaya çıktım. Bir kez de çöp atmaya çıktım ama o sayılmaz di mi? ((:

Galiba bir haftayı geçti, güne Güneşe Selam serisini bir kaç kez tekrarlayarak başlıyorum. Sabahları 10-15 dk. yapılan basit bir egzersiz ne de iyi geliyor bünyeye. Yalnız 2 gün önce koştum ve son 2 gündür çok zorlanıyorum. Bünye bir süredir böylesine fiziksel etkinliklerden uzak kaldığı için kaslar kasıldı azıcık ve eğilip bükülürken epey canım yanıyor. ama iyi geldiğini hissediyorum da bir yandan... Neyse... Onun dışında internette ve kitap okuyarak, bir de icimdensohbetler'e bir şeyler yazarak geçiyor günler. Yazılardan birinin Yeşil Gazete'de yayınlanmış olması çok mutlu etti bu arada beni. Başka başka... Yemeğe el atıyorum bazı günler, dün annemin yönlendirmesiyle fırında mücver yaptık mesela, daha önce de muhtelif yemekler... Ha bi ara yine bi' kurabiye denemesi yaptık ama yine kurabikek oldu. Sevgi'nin tarifinde sıkıntı var gibime gelmeye başladı (yılların hamurişicisi annemle bile böyle olduğuna göre) ama o da bugünlerde evleniyormuş, canını sıkmayalım şimdi. ((: Nadiren içmemeyi başardığım akşamlar haricinde de rakılı makılı yemekler, bir de televizyonda bazen yakaladığım güzel filmler... Özellikle yıllardır merak ettiğim Slevin'ı izlemiş olmak çok güzeldi. İzlemeyenlere çok önerilir, çok değişik bir zeka ürünü bence film. Dün akşam yine yıllardır izlememiş olduğuma yandığım Dirty Dancing'i izledim mesela...

Kitap olarak da, ilk önce Z.Livaneli'nin Serenad'ını okuduktan sonra, geçen Sonbahar'da okuyup çok etkilendiğim kitaplardan önce Mülksüzler'i (LeGuin) bitirdim; şimdi de yine çok başarılı bulduğum Siyah Koku'yu (Gülayşe Koçak) okumaktayım. İkinci okumaların çok faydalı bir şey olduğunu da idrak etmekteyim bu arada. Güzel yerleşiyor zihne. Ha bir de Uykusuz, OT falan okuyorum çıktıkça. OT'u okumayanlara da öneririm, yeri gelmişken...

Çok mu lüzumsuz detaylara giriyorum acaba...

Evde otur otur canım sıkılmaya başladı aslında birkaç gündür ama neyse ki yarın Burcu geliyor. 8-9 gün buralarda olacak; canımızın istediğince takılacağız. Hep Alanya'da da kalabiliriz, bi ara Flora'ya veya başka bir yer(ler)e de geçebiliriz. Hiç bilmiyorum...

Burcu ayrıldıktan sonra da 28'inde Jam için Yeniköy'de olacağımı düşünürsek arada 10 gün gibi bir süre var. O 10 gün için de yapılabilecek bir sürü şey var. Flora'da takılmak, bir türlü gidemediğim Fethiye'deki ve Kabak'taki arkadaşları ziyaret etmek, Kuşadası tarafından gelen bir davete icabet etmek vs. Artık rüzgar nereden eserse orada/oralarda geçirmeyi düşünüyorum bu günleri.

Sonra 29 Ağustos-5 Eylül arası Jam var; sonra da Burcu, Zeyd, Furkan ve Efe (belki de daha fazla kişi) ile Likya Yolu'na düşeceğiz. Geçen yıl Ekim'de Hülya'cığım ile yaptığımız muhteşem seyahatten beri daha uzun bir süre için bu yola düşesim var ama anca ayarlayabildik. Görünen o ki, bi' aksilik olmadığı sürece en azından 15 gün kadar yürüyeceğiz; sonra da duruma göre devam edebilir, hatta belki tüm yolu (500 küsur km ve tamamını yürümek ortalama 30-40 gün sürüyor) bile yürüyebiliriz, kim bilir... Bugünlerde onun planlamalarını da yapmaya başladık işte...

Bu arada hayat ne acayip... 3 Mayıs'ta Göçebe günlerin sonu mu ki? diye yazmıştım ve en azından bir süre Flora'da kalmayı planlıyordum. Sonra Haziran direnişi başladı, ben çadırımı kurulu bir şekilde ve eşyalarımın %80'ini Flora'da bırakıp apar topar İstanbul'a gittim ve gidiş o gidiş, hala Flora'ya uğrayamadım bile. Şimdi de Likya falan sayıklıyorum... Flora ile tamamlanmamışlık hissettiğim gerçeği bir yanda, bir yere yerleşme düşüncesine zaman zaman yakın hissetsem de tam olarak hazır hissetmemem de diğer yanda... Aslında bir yere bağlanma ve sahiplenme hislerini de özledim, poff...

Dolayısıyla mesela önümüzdeki Sonbahar'da ne yapacağımı falan hiç bilmiyorum henüz. Bu durum beni endişelendiriyor mu? Pek değil. Ama yine de yazasım geldi işte bütün bunları.

Benim sağım solum belli olmaz ama bir süre yazamayabilirim bloglara; yine yollara düşmece kapıda zira.

28 Temmuz 2013 Pazar

Son Yeniköy günleri, Güre, 740 km'lik otostop denemesi ve köpek kurtarmaca

İstirahat noktasına hoş geldim. İvit yaklaşık 24,5 saattir Alanya'dayım yine. Her yorgun ve(ya) argın oluşumdaki limanım...

Sayılarla başlamışken, çalışmadığım ve iş de aramadığım hayatımın 389., göçebe hayatımın da 326. günü.

Lüzumsuz bir hesap yapıp bitiriyorum; doğumumdan beri de ... ... ... ımmmm ... ... 11.437 gün olmuş. Neyse gerek yok bunlara ya, laf olsun...

Bıraktığım yerden devam etmek gerekirse, geçen Cumartesi akşamı Yeniköy'deki atölye bitti; 2-3 kişi o akşam ayrıldı, geri kalanların çoğu ise Pazar günü. Pek keyifli bir grup olduğundan mütevellit, ayrılırken üzülmeler, 'mutlaka görüşelim'ler, 'aman feysbuk'tan hemen ekleşelim'ler havada uçuştu tabii ki. Pazar akşamı itibariyle çoğunluk ayrılmış, atölyeyi veren 4 kişilik ekip, Yeniköy sakinleri ve bir süre daha kalmak isteyen 6-7 kişi kalmıştık. Hala 14 kişi falandık yani, az değil...

Kalan ekip çoğunlukla ev için çalışmaya devam etmek için kaldı; benimse yavaşlama ihtiyacım vardı. Pazar günü tüm gün istirahatten sonra bir miktar aşçılık, bir miktar da tembellikle geçti birkaç gün. 14 kişiye yemek yapmak ve bu kadar kişiyi doyurmak da pek keyifliydi bu arada. Doyurmak dediğim de, toplam 2 öğünü büyük oranda ben hazırladım, geri kalanında yardımcı oldum. En çok da deneysel bakliyat pilavımın pek güzel olmasına sevindim, zira bu kadar çok insana yemek yaparken deneyle risk almak biraz sakat. Neyse ki beğendi herkes.

Pazartesi ve Salı günleri yemek haricinde pek bir şey yapmadım. Bir yandan da Yeniköy sonrası ne yapacağım konusunda kararsızlıklar yaşadım (her zamanki gibi); en sonunda Neslihanlar'ın Güre'deki yazlıklarına gitmeye karar verdim. İlk gün Bülent de işten izin alarak, ayrıca yıllık iznini kullanan Ekin de Altınoluk'tan geldi ve güzel bir gün geçirdik. Yemek ve muhabbet, sonra deniz, sonra akşam rakı-mangal-bol muhabbet... Ertesi gün Alanya'ya doğru yola çıkasım vardı ama yataktan kalkmamız 10 civarını, kahvaltıdan kalkmamız da 12'yi bulunca o gün de kalmaya karar verdim ve bütün günü hiçbir şey yapmadan geçirdik. Akşamüstü önce Ekin'i, sonra da Bülent'i uğurladık ve yavaştan sakin günümüzü tamamladık. Ha bir de, ilk bulgur pilavı denemesinde bulundum, diğer yemeklerle birlikte afiyetle yedik.

Dün sabah (Cuma) 7'de kalktım, bir şeyler atıştırıp tam 7:30'da evden çıktım, 7:55 itibariyle de otostopa başladım. 740 km ile, kendim için rekor bir yolu otostopla kat etmeye çalışacaktım. İlk duran araçla Burhaniye'ye kadar gittim. Yaptığımız kısa yolculukta Mehmet'le pek iyi anlaştık, kafalar da pek uydu. 'Bi kahve ısmarlamadan bırakmam.' dedi ve Burhaniye'de denize nazır kahvelerimizi içtik. Hikayemi de anlattım biraz ve birkaç kez paran yoksa biletimi alabileceğini, rahat rahat gitmemiz söyledi ama istemedim. İktisatlı davranmaya çalıştığım doğru ama seviyorum da otostopu ve yol muhabbetlerini. Kahve sonrası beni yola bırakırken 'illaki sana nakit çıkışı yapıcam' diyip 100 TL'yi elime sıkıştırmasına diyecek şey bulamıyorum. 'Sıkışık değilim, şimdilik ihtiyacım yok' dediysem de dinlemedi. Bir yandan bana vermek istediği bu armağanı reddetmek de istemediğim için çok da üstelemeden kabul ettim. Resmen harçlık aldım yani. ((:

Burhaniye'den büyük şans eseri Denizli'ye kadar tek vasıta ile gittim. Adını hatırlamıyorum ama Denizli'den araba almak için gelmiş ve işlemleri sabahtan halledip geri dönen iyi bir abiydi. Yolculuğun en güzel kısmı Manisa'nın bir köyünden geçerken yanlarından geçip gittiğimiz asmalara duyarsız kalamayıp sağa çekerek epey bir üzümü 'göz hakkı' kontenjanından koparmamız ve afiyetle yememizdi. Ama ne üzümdü... Zaten bütün gün o üzüm dışında, bir tane Tadımca antep fıstıklı yedim (biraz reklama girdi ama bunun belli bi' adı da yok), bir de bir miktar kuru kayısı. Bu üçü dışında Alanya'ya varana kadar hiçbir şey yemedim.

Denizli'nin girişinde bir yerlerde indim ve uzunca bir süre (belki 45 dakika kadar) kimse almadı beni. Sonra Erdem ve Evrim diye 2 arkadaş bi arka yoldan (yanyol gibi bi'şey) seslendiler; durumu aktardım, 'Burada kimse almaz seni; gel atla' dediler. Onlarla önce sanayide sorunları olan arabayı Erdem'in kuzenine gösterdik, arada derede Denizli'nin meşhur Zafer gazozundan içtik; sonra beni şehir çıkışına, üniversiteye kadar bıraktılar. Oradan bi' araçla Acıpayam'a kadar gittim, oradan da Antalya'ya kadar giden, İzmir'den yeni aracını teslim almış olan Emre ile yolculuk devam etti.

Çok uzattım ama bitiyor...

Şansıma Antalya-Alanya yoluna çıkıyordu zaten Emre ama havanın kararmasına da az kalmıştı. Aksu taraflarında Manavgat'a kadar gidecek olan Bahadır'ın aracına bindim ancak tam da hava kararmak üzereyken ve Manavgat'a 30 km. kadar yol kalmışken araç arıza yaptı ve önce benzinliğe sığındık, sonra Bahadır geri döndü. Bense kararmış havada otostop denemek zorunda kaldım ve 1 saat kadar hiçbir araba, kamyon, tır ve otobüsü durduramadım. Bundaki bir nedenin de artık iyice abarmış olan sakallarım olduğunu sanıyorum. Gündüz yine gözlerini falan görünce durabiliyorlar da gece iyice korkutucu görünüyor olabilirm dışarıdan. En sonunda benzinliğe giren bir araçtan rica ettim de Manavgat'a ulaşmayı başardım. Şansımı daha da zorlamadan, kalan son 60 km'yi de otobüsle kat ettim ve 22:50 itibariyle, 680 km'yi otostopla ve son 60 km'yi otobüsle tamamlamış oldum.

Durumlar böyle; an itibariyle 25 saati biraz aşkın süredir Alanya'dayım; sakin, güzel bir gündü genel olarak. Yeme, içme, dinlenme vs... Haa hakkımı yemeyeyim, gün içinde bir tane köpeğin hayatını kurtardım. Evin yakınlarında ters bir yere (yamaç gibi ama çok dikenli, samanlı, karman çorman bi' yer) düşmüş ve ayağı falan parçalanmış. Vıyklamaları sonucunda çıktık baktık ve -tahminen- 1,5 saatlik çaba sonrası kendisine ulaşabildim; önce su götürdüm, sonra kucaklayıp oradan çıkarmayı başardım. Köpek dediğim de 7-8 kg vardır, 5-6 aylık bir kurt köpeği yavrusuydu sanırım. Zorlu bir süreçti ama bir şekilde başardım ve sitenin bahçesine getirdim. Su verdik, acayip su içti; yemek verdik, pek yemedi. Birkaç saat sonra baktım, gitmiş... Ama durumu gerçekten kötüydü; kucağıma alırken tepki bile vermiyordu, kucağımda ölecek sandım. Ama sonra kendine geldi, ne mutlu...

Öyle bi'şeyler işte, tarifi zor bir güzellikti yaşadığımız. Annem ve Emir Abi'nin de desteğiyle kotardık ve pek sevindik. Annem sabahtan beri 'kahraman oğlum' diyip duruyo zaten ((:

Neyse çok uzadı; böyle blog yazısı mı olurmuş. Haydin iyi geceler...

18 Temmuz 2013 Perşembe

Yine Yeniköy...

'göçebe günler'i pek ihmal etmişim; 35 gündür yazmamışım buraya.

An itibariyle Bayramiç-Yeniköy'deyim; Dönüşüm ve Doğal Yapılar Atölyesi'ne katılıyorum. Geçtiğimiz Cumartesi başlayan atölye bu Pazar günü son bulacak. Doğal yöntemlerle ev ve diğer yapıları yapmanın çeşitli yollarını öğreniyoruz. Tabii ben bu işlere çok yabancı olduğum ve -doğrusu- kafam da çok basmadığı için, tam olarak öğrendiğimi söyleyemeyeceğim ama biraz olsun aşina oluyorum en azından. Bundan sonra, muhtemelen öncelikle tanıdık ve tanımadık dostların evlerini yapmalarına yardımcı olmayı pek isterim; bir gün tam olarak bir yere 'yerleşmek' istersem de kendi evimi yaparsam pek şahane olur.

Bu arada burada da çok güzel insanlarla tanıştım. Katılımcılardan 7-8 kişiyi zaten tanıyordum ama daha fazlasını da tanıdım ve bu çok güzel. Aynı kafalarda olduğun insanlarla, birinci dakikadan itibaren aynı frekanstan konuşuyor olmayı ve uzun süredir tanışıkmışcasına (kelimeye gel) takılmayı seviyorum.

İstanbul gayet yorucu geçti. Flora'dan 2 Haziran'da apar topar İstanbul'a doğru yola çıktığımda aklımda belli bir tarih yoktu ama orada çadırı kurulu bir şekilde bırakmama ve sırt çantama 3 tişört alıp yola çıkmama bakarsak, çok da uzun süreli gibi çıkmamışım galiba. Ama 6 hafta kaldım valla. Yaz ortasında İstanbul'da, çalışmadığım halde bu kadar uzun süre, mutlulukla kaldım gerçekten. Gezi direnişi ve bu süreçte olan biten her şey pek güzeldi, tabii ki ölen kardeşlerim hariç. Sanki bilinç sıçraması gibi bir şey oldu. Neyse bunlarla ilgili olarak diğer blogda yazmıştım zaten.

Parklı, forumlu, yine birçok farklı evde kalmalı günlerden sonra nihayet Cuma günü İstanbul'dan çıkabildim ve Bursa'ya geçtim. En son sefer yaptığım gibi Yalova'ya deniz otobüsü ile gittikten sonra otostopla devam ettim. Yine hemen buldum bir araç ve kolayca Bursa'ya vardım. Bursa'da babamı, kardeşimi, Seyhan Abla'yı gördüm sadece; akşam yemeği, muhabbet derken sabah oldu ve yola koyuldum. Galiba 6-7 araç değiştirerek de Yeniköy'e ulaşmayı başardım ve son 5 gündür buradayım işte.

Çok iyi geldi burası. İstanbul keyifliydi falan ama çok da yorucuydu. Ya dışarıda bir şeylerle meşguldüm sürekli ya da evde twitter başında gelişmeleri takip etmekle. Tam yavaş bir hayata başlamış ve hızlıca adapte olmuşken fazlaca hızlandırılmış olan bu günlerde gerçekten de yorulmuşum. Bu atölyeye gelmek aklımda vardı da, Balıkçı arayıp 'Emre gelsen ya bi ara' demese belki de gelmezdim. İyi ki demiş.

Buradan sonra ne yapacağımı -her zamanki gibi- bilmiyorum. Atölye Cumartesi akşamı bitiyor ve Pazar günü ayrılma günü. Birkaç seçenek var ve henüz önümde 3 gün olduğu için bu konu üstünde düşünmüyorum bile. Yalnız İstanbul'dan çıkarken tahmin ettiğim üzere, İstanbul'a dönmeyecek gibiyim. Burası hemen hemen kesin. Buralardaki (Kuzey Ege) birkaç seçenekten bir veya birkaçını değerlendirip birkaç gün (?) buralarda takılıp güneye doğru inermişim gibime geliyor. Güneye inmek dediğim de, bir an önce annemi göresim var ama öncesinde belki Dalyan'a, belki Fethiye'ye uğrarım; sonra Flora'ya illaki gider ve oradan Alanya'ya geçerim gibime geliyor. Sonrasını kestiremiyorum işte. Böyle yazınca, en azından birkaç hafta ne yapacağım az çok da belli gibi görünüyor aslında; 'değil' dedim ama... Ama belli de olmaz benim işler, rüzgar nereden esecek bakalım.

Bir de şunu yazasım var: Tam Flora'daki 'sakin' hayata ısınmışken bir anda İstanbul'un orta yerine düşünce, doğal olarak dağıldım biraz. Şimdi bu hayata tekrar hemen adapte olamayabilirmişim gibi geliyordu ve bu da biraz endişelendiriyordu beni aslında. Ama şimdi bakıyorum da, yine olurum muhtemelen, bunu -burada- Yeniköy'de hissettim biraz. Gerçi bunları düşünüp endişelenmenin de çok anlamı yok ki, yaşayıp göreceğiz nasıl olsa.

Akşam üstü çalışmasından da kaytardım bu arada. Yorulmuşum... Kaytarmışken de bunları yazdım.