Yine çok keyifli günlerden bahsedicem; özellikle ilginç otostop hikayelerini de anlatmamazlık edemeyeceğim için oturdum bilgisayar başına.
Önce azıcık başa, yani son yazdığım zamanlara sararsak eğer, Burcu geldi ve 5 gün Alanya'da kaldık. Gayet güzeldi her şey. 2-3 kere denize gittik, 1 gün sıcağa rağmen kale yolundaki ormanlık alana gittik ve orada zaman geçirdik, onun dışında çoğunlukla evdeydik. Çok sohbetli, çok paylaşımlı, hayalimizdeki toplulukları kurmak üzerine konuştuğumuz çok dolu günlerdi. Kitap okuduk beraber, ki mest oldum bu zamanlarda. Okuduğumuz kitaplar (Bolo Bolo ve Ütopya) tam da hayal ettiğimiz dünyanın benzerlerini hayal eden başkalarının eserleri olunca çok farklı bir gözle okuduk; aralarda durup tartıştık, konuştuk; konu bambaşka yerlere gitti falan; ama çok çok doyurucuydu gerçekten. Bolo Bolo'yu yakınlarda okumuştum zaten, Ütopya'yı ise seneler önce. Ama tekrar tekrar elime almak isteyeceğim kitaplar gerçekten de...
5 günden sonra yola düştük. Alanya'dan Antalya'ya kadar birlikte gittiğimiz arkadaşımız azıcık ilginçti. Defaatle tekrarladığı şeyler şunlardı: "Tatilde günde 200-300 lira harcıyorum.", "Şu tatilköyünde şu kadar paraya yer bulduk.", "Ben aslında çok hızlı giderim ama şimdi siz varsınız diye yavaş gidiyorum.", "Gelirken bi' arabayla kapıştım, BMW bilmemkaç!", "Ben yalnızken kırmızı ışıkta da durmam hiç!", "Gelirken önümdeki araç diğerine şöyle girdi!", "Diğer bir araba böyle takla attı!", "Zaten azrail peşimde bu aralar, kovalıyor beni.", 'ölüm'lü nice cümleler ve daha neler neler. O kadar çok kazadan, beladan, ölümden bahsetti ki, dedim adam zorla ölümü çağırıyor, arada biz de kaynayacağız armut gibi. Neyse ki yırttık şimdilik.
Antalya'da, yine Jam'den arkadaşımız olan Orhan'la buluştuk ve -korkarım- bi' alışveriş merkezinin yemek alanında bir şeyler yedik. Öyle bir ortama girmeyeli -ne mutlu ki- ne kadar çok zaman geçmiş. Üst üste inanlar, masalar, çok gürültü, yağ kokusu vs. Gerçekten ortam kabus gibiydi ama Orhan'ı görmek güzeldi. 1 saat kadar sohbet edebildik ve tekrar yola düştük, zira istikamet Flora'ydı ve daha gidilecek yol vardı; üstelik hava kararmaya başlamıştı.
Alış veriş merkezinden çıkmamız, Antalya Güneşev'e ve topraksız sera pankartına rastlamamız (tam da böyle şeyler duyduğumdan bahsetmiştim Burcu'ya), oraya göz atıp, geç olduğu için ancak camlarından bakmamız ve yola düşmemiz, havanın karardığı zamanlara rastladı. Acaba karanlıkta rahat otostop çekebilir miyiz diye emin olmasak da gelen belediye otobüsüyle Kemer yoluna kadar çıktık ve -sanırım- 10 dakika bile beklemeden Mehmet aldı bizi arabasına. Mehmet dünya tatlısı bir adam. Çok da komikti ve aslında o da biraz tuhaftı. Bu arada kendimi de sürekli olarak 'tuhaf', 'cins' vs. olarak tanımladığım için insanlar için de rahatlıkla kullanıyorum bu sıfatları. Mehmet Diyarbakır'lı, geri dönüşüm işçisi, sokaklardan topladıklarını satarak yaşıyor. 15 yıl önce, kendi deyimiyle 'askerle 'dağ'ın arasında kaldığı için' göçmüş bu taraflara. Belli ki hep zor işlerde çalışmış ve zor da bir hayatı olmuş ama olayı çözmüş aslında. "3 günlük dünya işte, neyi paylaşamıyorlar, neyin kavgası bütün bunlar?" diye sorguluyordu olan biteni. Bunlar bir yana... Elleri bırakıp diziyle araba kullanıyor ve bununla ilgili bir hikaye anlatıyor, bir yandan kibrit arıyor (araba kendi kendine gidiyor bu arada), bulup sigarasını yakıyor, bir yandan "Ben eskiden çok hızlı giderdim de artık yavaş gidiyorum; ne gerek var?" diyor; ama nedense tam da bunu dedikten hemen sonra gaza yükleniyor; diğer geri dönüşümcü arkadaşlarıyla olan hikayelerini paylaşıyor... Anlatması zor ama bi' değişik izler bıraktı işte o da. Telefon alışverişi de yaptık, "İllaki beraber bira içecez seninle! Yolun düşünce ara mutlaka" dedi, "Buralarda bi' ihtiyacın olursa mutlaka ara!" dedi. Nasıl anlatayım ki... Öyle bir samimiyetle söylüyor ki bunları da...
Mehmet'in arabasından indik; Flora'ya giden orman yoluna saptık ve 1,3 km.lik tırmanıştan sonra tekrar cennetteydik. Gezi direnişi için ani bir şekilde İstanbul'a geçtikten 70 küsur gün sonra nihayet dönebildim oraya. Çadırım, eşyalarım bıraktığım gibi ormanın ortasında duruyorlardı. Ayşe ve Selahattin tüm aşırı tatlılıkları ve güler yüzleri ile bıraktığım gibilerdi; onun dışında da Seçil, bir süredir pek merak ettiğim Can, ayrıca Zeynep ve Cemal vardı. Çok fazla çalışmadığımız, işlerin azıcık ucundan tuttuğumuz 2 güzel gün geçirdikten sonra, Cumartesi günü ormana kilimi sermiş sohbet ederken ve kitap okurken Burcu 'Deniz beni çağırıyor.' deyince, düşündüğümüzden bir gün önce çıktık Flora'dan.
Yine o güzel orman yolundan aşağı doğru sallandıktan sonra bir araçla Çıralı kavşağına kadar gittik; orada da Vanessa ve Kerem'in aracına bindik. 'Bindik' dedim ama o kadar kolay olmadı. Birkaç dakika sonra yapacağımız sohbette öğrendiğimiz üzere, onlar da uzun süredir yoldalarmış meğer. Galiba 1,5 aydır falan... Gökçeada'dan başlamışlar, girmedik yer bırakmayıp, köylere de uğramayı ve 'Gezi'yi ve 'direnişi' anlatmayı ihmal etmeden Antalya'ya kadar gelmişler işte nerdeyse. İşte böyle uzun bir yolculuk için çok eşyaları vardı ve dağınıktı da arka koltuk. Bizim de koca koca çantalar, şunlar- bunlar ve Burcu'yu arka koltuğa zorlukla istifleyebildik. O kadar sıkışık görünüyordu ki orası... Kerem kapıyı kapamadan önce Burcu'nun boğulmaması için pencereyi açmayı akıl etti neyse ki. Ön tarafta da işler, fiziksel olarak çok iç açıcı değildi. Kerem'in yanına geçtim ve ikimiz de havada oturarak (!), (gerçi Kerem otomatik vitese duacıydı, tam havada sayılmazdı) gittik bir şekilde. Gerçekten biraz fazla tatlılardı. Hikayelerimiz de o kadar çok yerden kesişiyordu ki... Vanessa da uzun süredir çalışmıyormuş, Kerem'i tam anlamadım ama galiba o da... Gittiğimiz yerler, seyahatler, tanıdıklar, küçük detaylar... Her şeyimiz her yerden kesişti; çok ilginç bir hikayeydi. İletişimde kalmak için girişimde bulunsaydık aslında keşke ama o an şey edemedik. Sadece inerken Burcular'ın 'Bohçamda Anadolu'sunun blogunu haykırdım. Belki girerler...
Çıralı'da indik, 2,5 ay önce Flora'dan ayrılmadan bir gün önce tanıştığım Seyran-Erdemler'in dükkanına gittik. Biraz sohbet, birer bardak gelincik şerbeti, kalacak yer ayarlama konusunda destek (hatta oraya kadar götürdü de bizi Erdem) gibi güzel paylaşımlardan sonra Elif Camping'e vardık. Flora'ya ilk gittiğim zamanlarda Bülentler'den ödünç almış olduğum kolay açılır (tam 2 sn.de), çok zor kapanır çadırımızı kurup doğruca 'su'ya koştuk. Denizin berraklığı ve güzelliği, tam da hava kararmak üzereyken çok bi' güzeldi. Sonra akşam yemeği, sahilde birer sıcak bira (bkz. imamın abdest suyu), yatmaca...
Sabah kalkmaca, ilk iş denize girmece, sonra kahvaltı, sonra çardağa kurularak 2-3 saat yine kitap okumaca, sohbet etmece falan... Acıkmaya başlayınca ve canımız meyve falan isteyince marketin yolunu tuttuk. Meyve bulamadık ama yoğurt aldık, sonra küçüklüğümden beri yemediğim kaktüs meyvelerinden (frenk inciriymiş adı) kestik bıçağımızla. Bayağı güzel bi'şeymiş valla, unutmuşum. Tek sıkıntı, küçücük küçücük çok fazla diken var üstünde ve ne kadar dikkat etsen de yüzlercesi batıyor ele (1 günü geçti, hala tek tük batıyor). Ama çok çok acıtmıyor, az az acıtıyor (bkz. hızlı hızlı değil ama çabuk çabuk), hatta belki tatlı tatlı. Öyle işte, yiyiverdik ikişer tane mis gibin! Sonra da Umman'ı aradık, uygun olduğunu öğrendik ve kamptan ayrıldık. Tabii yazdığım kadar kolay olmadı bu! Kolay açılır - çok zor kapanır çadır gerçekten de ömrümüzü yedi. Bİr gün önce Flora'da az bi' çabayla becerdiğimiz işi ne yaptıysak halledemedik. Önce çalışanlardan birinden yardım istedik; o da kotaramayınca, olay mahallinden geçen 3 genç imdadımıza yetişti. Aslında nasıl yapılacağını onlar da bilmiyordu ve -arkalarından konuşmak gibi olmasın ama- başlarda hiç umut vaat etmiyorlardı ama bir şekilde bilmemkaçıncı denemede 4 kişi başardık. Bütün bu süreç yaklaşık 1 saat sürdü ve gerçek bir kabustu bu arada. Sonra denize girdik, serinledik ve yola düştük. Çıralı merkeze (yaklaşık 3 km.) giderken kimsecikleri durduramayınca ağır çantalarla yürümek durumunda kaldık. Erdem-Seyranlar'a kısacık uğrayıp sahilden Olimpos tarafına geçip yola kadar çıktıktan sonra (yaklaşık 3 km. daha) bir araba bizi aldı ve Umman'ın yeni evinin çok yakınına kadar götürdü. Umman'ın yeni evi aşırı güzel bu arada. Daha önce gittiğimiz, hatta benim bir hafta evine göz kulak olduğum ev de ayrı bi' güzeldi. Taş evdi o, bahçesiyle ve tüm varlığıyla tam bir köy eviydi. Burası ise biraz daha aşağıda ve sahile yakın, yine müstakil bir ev. Sağı orman, solu orman, bulunduğu arsa (belki 1 dönüm falan?) ve önü açıklık sayılır. Maalesef beton falan ama içi falan çok daha güzel yapılı, mermerli mutfağı, fayanslı yerleri var. Çok ferah! Yine çok güzel bir veranda, yine ortalıkta koşturan köpecik (Çakıl) ve kedicik (Kum) ve bilumum canlılık! Çok sevdik, çok vurulduk!
Bu arada o kadar çadır uğraşmacası, deniz, bi'sürü yol yürümek derken gerçekten tükenmiştik. Ama o halle bir de markete gittik beraber, bi'şeyler aldık falan... Sonra geldik eve; çardakta çok ama çok keyifli bi' yemek yedik. Gecenin sonunda uyku tulumlarımızı aldık ve aynı çardakta uyuduk. Sabaha kadar havlayan Çakıl'a rağmen çok tatlı bir uykuydu. Gece nispeten serinleyen hava, üstümüze esen rüzgar, sağımız, solumuz çam ağaçları ve yukarıda dolunaya yaklaşmış ay...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder