İstanbul'dan sesleniyorum şu anda; Çarşamba gecesi geldim. Çok kalmayacağım, sevmedim zaten İstanbul'da olma hissini hiç. İyiden iyiye kopuş...
Ama önce Flora günleri... Son yazıyı yazdıktan sonra Ayşe ve Selahattin Abi ile önemli bir konuşma yaptık ama galiba bu konuyu bir sonraki yazıya bırakacağım. Günler pek keyifliydi, günlük akışa destek olduğum, muhteşem doğanın ve Ayşe-Selahattin çiftinin sohbetlerinin tadını çıkardığım, yavaş ve usul birkaç gündü. Pazartesi gecesi itibariyle Bülent, Neslihan ve en aşırı tatlı kızları Elif de Flora'ya intikal ettiler. Bu arada Elif'in 3,5 yaşında olduğunu ve aramızda büyük bir aşk yaşandığını da paylaşmak isterim. Bülent bi'şey demiyo, neyse ki... ((:
Pazartesi gecesi uzunca sohbet, geç saatte yatış; Salı, gün içinde biraz çalışmaca, Umman'ı ziyaret, dönüş yolunda 17-18 gün sonra ilk kez yediğim kırmızı et (köfte yidik), akşam yine bol sohbet...
Ertesi gün, yani Çarşamba günü de, Bülentler'le yola düştük ve gece geç saatlerde İstanbul'a ulaştık. İstanbul'a gelesim pek yoktu aslında da, Pazar günü düzenleyecek olduğumuz Armağan Ekonomisi 101 atölyesi (merak edenler için, https://www.facebook.com/events/564716273559119/?fref=ts) için gelmeye söz vermiştim. Gelmişken de birkaç arkadaşımı görür, tekrar aşağılara inerim ve uzunca bir süre şehre adım atmam, diye düşünüyordum. Öyle de olacak herhalde. Hatta epey bezgin hissediyorum, birkaç arkadaşı görmek için bile çok fazla motive hissetmiyorum. Bir an önce kaçmak var aklımda, korkarım. Dün önce Deniz'le buluştum, akşam da Bürge'ye gittim ve orada kaldım. Burcu da vardı. Sabah önce Bürge, sonra Burcu evden çıktı ve sonrasında çok sıkkın hissettim. Akşam da Emin'e geldim ve şimdi oradan yazıyorum.
----------------------------------
Yok yok, akmıyo bugün; kaç saattir saçma sapan debeleniyorum klavye başında ve yazamıyorum.
-------------------------------
Bari eğlenceli bitirelim. Elif'le aramızdaki aşkın en büyük kanıtı (ki irili ufaklı çok kanıt var aslında), dün sabah yaşamış olduğumuz şu olay oldu:
Elif, odasından bir adet müstakil evden ve bir adet ağaç evden, birkaç da ağaç ve hayvancıktan oluşan maketi getirir.
Elif - Bak, (müstakil evi göstererek) burada annemle babam yaşayacak, (ağaç evi göstererek) burada da biz.
Emre - Biz derken? ((:
Neslihan - Kimi kast ediyorsun kızım?
Elif - Emre'yle ben.
Olay bu kadar net. Kafeslendim; mutluyuz, duyurulur.
27 Nisan 2013 Cumartesi
20 Nisan 2013 Cumartesi
Yine Flora!!
Daha sık yazma ve güncelleme ihtiyacı duyuyorum bugünlerde ama nedenini bilmiyorum. Yazmak iyi geliyor.
Dün şiş mideyle güzel bir uyku sonrasında, sabah Umman'la kahvaltı eşliğinde pek güzel sohbet ettik. Sonrasında Ayşe ile konuştum ve Flora'ya doğru yola çıktım. Çantayı toparlayıp Umman'la vedalaştıktan sonra -şimdilik- son kez o güzel yoldan aşağı indim. Daha önce bahsetmediğim, muhteşem bir patika yol var aşağıya inen. Asfalttan -pek tabii ki- çok daha keyifli olmanın yanı sıra, iniş yolunu da epey kısaltıyor.
İndim aşağı, sonra bir miktar daha yürüyünce İtfaiye'nin oraya çıkılıyor. Zaten oradan 3 km aşağısı Olimpos, aşağı değil de diğer istikamete yönelince de Antalya'yı sahilden Kaş'a bağlayan ana yola çıkılıyor. Ana yoldan da, yaklaşık 10 km. kadar sonra Flora'ya sapan yola geliniyor. Yola çıktım ve daha çantamı bile indirmeden, ilk araç durdu ve Utku beni ana yola kadar bıraktı. O da Amerikanya'da okuyormuş, Elektronik Mühendisi'ymiş, doktora yapıyormuş, falan da filan. Ailesi ile tatile gelmişler Olimpos'a; kardeşinin doğum günüsü hasebiyle Kumluca'ya pasta almaya gidiyordu. O arada da ben çıktım işte karşısına. Sohbet ettik epey, o kısa yolda. O da buraların güzelliğinden, hayatta sadece istediğin şeyleri yapmanın öneminden falan bahsetti. Okulu falan da sallamış bir süreliğine. "Şimdilik salladım ama seninki kadar radikal bir karar alabilir miyim, bilmiyorum." dedi. Belli olmaz; o potansiyel vardı bence. ((: İnerken blogdan da bahsettim, not aldı. Okursa eğer, şaşıracak. ((:
Ana yola çıkmam, çantayı -bu sefer- yere bırakmam ve fakat yine ilk gelen aracın durması... Türkçü bir abimizle kısa bir yolculuk yaptık. Kalleş Rum'lardan, Türklüğün güzelliğinden falan bahsetti. Kafa salladım ben de, napiyim. Daha çok yolumuz olsa bir iki yerde müdahale ederdim ama susmayı tercih ettim. Zaten hemen geliverdik Flora'ya giden orman yoluna. En son, durmaya yakın, içinde erkek adamın küpe takmayacağını salık veren bir şiirimsi okudu, ve inerken de "yaa işte, o küpeyi çıkarmak lazım." dedi. "bakarız" dedim, yetinmedi adam, "bakma, çıkar" dedi. Bu müdahale yetkisini nereden alıyor insanlar, di mi? Çok enteresan! Ama yok, çok da şeker bir adamdı öte yandan. Zaten biraz yakından tanıyınca bir insanı, iki laklak edince, herkesin özünün çok iyi, çok güzel olduğunu görüyorsun. Ama işte hep bi karşıtlıklar üzerinden, mücadeleler üzerinden kendimizi tanımlamalar falan... Neyse, derinleşmeyeceğim bu konuda şu anda.
Geçende de, okuyanlar bilir, Alanya'da bir takım köylülerle karşılaştığımızdan bahsetmiştim. Hani kadının Burcu'yu oğluna almak istemesi falan... Bir de adamdan bahsetmiştim ya, kadının kocası. Hah işte o da çok karışmıştı mesela. Küpeye laf etti, dedim "Padişahlar bile takmış, koskoca Yavuz Selim takmış, ben niye takmayayım?"; ama yok, hiç ikna olmadı. Yetmedi sakala takıldı, sonra da kıyafete. En sonda da bağladı zaten: "Küpeyi çıkar, tıraş ol, üstüne başına da dikkat et." dedi bana. ((:
Bugüne dönelim. Muhteşem orman yolundan Flora'ya ulaştım; Selahattin ve Ayşe ile sarılıştık falan... Biraz sohbet, sonra baktım bana iş vermiyorlar, gittim biraz odun kestim. Zaten buraya gelip de odun kesmediğim olmadı hiç. Bir iş ancak bu kadar güzel olabilir bu arada. Çalışırken bir yandan yağmur yağdı az az. O an tam olarak şunu düşündüm: "Bundan daha güzeli olabilir mi yaa...". Sonra güzel yemekler, şimdi de biraz yazmaca.
Hemen yarın yola çıkıp Datça tarafına gidecektim. Bülentler'le buluşup 2 gün sonra geri dönecektim bu tarafa. Bunun çok gereksiz olduğuna kara verdim odun keserken. Gerçekten de öyleydi... Şimdi Bülentler bu tarafa gelecekler (muhtemelen Salı), ve yine muhtemelen Çarşamba günü, beraber İstanbul'a gideceğiz.
Yakında yine yazarım, gibi görünüyor. Şimdilik bu kadar...
Dün şiş mideyle güzel bir uyku sonrasında, sabah Umman'la kahvaltı eşliğinde pek güzel sohbet ettik. Sonrasında Ayşe ile konuştum ve Flora'ya doğru yola çıktım. Çantayı toparlayıp Umman'la vedalaştıktan sonra -şimdilik- son kez o güzel yoldan aşağı indim. Daha önce bahsetmediğim, muhteşem bir patika yol var aşağıya inen. Asfalttan -pek tabii ki- çok daha keyifli olmanın yanı sıra, iniş yolunu da epey kısaltıyor.
İndim aşağı, sonra bir miktar daha yürüyünce İtfaiye'nin oraya çıkılıyor. Zaten oradan 3 km aşağısı Olimpos, aşağı değil de diğer istikamete yönelince de Antalya'yı sahilden Kaş'a bağlayan ana yola çıkılıyor. Ana yoldan da, yaklaşık 10 km. kadar sonra Flora'ya sapan yola geliniyor. Yola çıktım ve daha çantamı bile indirmeden, ilk araç durdu ve Utku beni ana yola kadar bıraktı. O da Amerikanya'da okuyormuş, Elektronik Mühendisi'ymiş, doktora yapıyormuş, falan da filan. Ailesi ile tatile gelmişler Olimpos'a; kardeşinin doğum günüsü hasebiyle Kumluca'ya pasta almaya gidiyordu. O arada da ben çıktım işte karşısına. Sohbet ettik epey, o kısa yolda. O da buraların güzelliğinden, hayatta sadece istediğin şeyleri yapmanın öneminden falan bahsetti. Okulu falan da sallamış bir süreliğine. "Şimdilik salladım ama seninki kadar radikal bir karar alabilir miyim, bilmiyorum." dedi. Belli olmaz; o potansiyel vardı bence. ((: İnerken blogdan da bahsettim, not aldı. Okursa eğer, şaşıracak. ((:
Ana yola çıkmam, çantayı -bu sefer- yere bırakmam ve fakat yine ilk gelen aracın durması... Türkçü bir abimizle kısa bir yolculuk yaptık. Kalleş Rum'lardan, Türklüğün güzelliğinden falan bahsetti. Kafa salladım ben de, napiyim. Daha çok yolumuz olsa bir iki yerde müdahale ederdim ama susmayı tercih ettim. Zaten hemen geliverdik Flora'ya giden orman yoluna. En son, durmaya yakın, içinde erkek adamın küpe takmayacağını salık veren bir şiirimsi okudu, ve inerken de "yaa işte, o küpeyi çıkarmak lazım." dedi. "bakarız" dedim, yetinmedi adam, "bakma, çıkar" dedi. Bu müdahale yetkisini nereden alıyor insanlar, di mi? Çok enteresan! Ama yok, çok da şeker bir adamdı öte yandan. Zaten biraz yakından tanıyınca bir insanı, iki laklak edince, herkesin özünün çok iyi, çok güzel olduğunu görüyorsun. Ama işte hep bi karşıtlıklar üzerinden, mücadeleler üzerinden kendimizi tanımlamalar falan... Neyse, derinleşmeyeceğim bu konuda şu anda.
Geçende de, okuyanlar bilir, Alanya'da bir takım köylülerle karşılaştığımızdan bahsetmiştim. Hani kadının Burcu'yu oğluna almak istemesi falan... Bir de adamdan bahsetmiştim ya, kadının kocası. Hah işte o da çok karışmıştı mesela. Küpeye laf etti, dedim "Padişahlar bile takmış, koskoca Yavuz Selim takmış, ben niye takmayayım?"; ama yok, hiç ikna olmadı. Yetmedi sakala takıldı, sonra da kıyafete. En sonda da bağladı zaten: "Küpeyi çıkar, tıraş ol, üstüne başına da dikkat et." dedi bana. ((:
Bugüne dönelim. Muhteşem orman yolundan Flora'ya ulaştım; Selahattin ve Ayşe ile sarılıştık falan... Biraz sohbet, sonra baktım bana iş vermiyorlar, gittim biraz odun kestim. Zaten buraya gelip de odun kesmediğim olmadı hiç. Bir iş ancak bu kadar güzel olabilir bu arada. Çalışırken bir yandan yağmur yağdı az az. O an tam olarak şunu düşündüm: "Bundan daha güzeli olabilir mi yaa...". Sonra güzel yemekler, şimdi de biraz yazmaca.
Hemen yarın yola çıkıp Datça tarafına gidecektim. Bülentler'le buluşup 2 gün sonra geri dönecektim bu tarafa. Bunun çok gereksiz olduğuna kara verdim odun keserken. Gerçekten de öyleydi... Şimdi Bülentler bu tarafa gelecekler (muhtemelen Salı), ve yine muhtemelen Çarşamba günü, beraber İstanbul'a gideceğiz.
Yakında yine yazarım, gibi görünüyor. Şimdilik bu kadar...
19 Nisan 2013 Cuma
Son Yazır günleri
Sevgili blog, bu satırları çok şiş bir mideyle yazıyorum. Evet, hep yemek üzerinden gidiyorum ama benim olayım da yeme-içme işte; yapacak bişey yok. ((: Bugün ev sahibesi Umman Deniz teşrif ettiler sabah; sonra ayağının tozuyla, bir de Atalay ve Catherine ile, Kumluca pazarına gitti; akşama doğru eve döndüklerinde ise elinde alabalıklar vardı. Gittiğinden beri yanmayan sobaya ateşi düşürdü ve kuzinede de böyle salçalı, maydanozlu, soğanlı, domatesli, bi şekilde pişirdi; afiyetle de yedik. Geldiğimizin ikinci günü de aynı tarifeden uygulamıştı, pek güzel olmakta... Üstüne bir de, yoğurdun içine küçük küçük doğradığı çileklerin ve serpiştirilmiş pudra şekerinin muhteşem uyumunun dev bir kaseden mideye indirilmesi sonucu, mide kaçınılmaz olarak şişti. (Evet blog, bugün tumturaklı cümleler kuruyorum, nedendir bilmiyorum. Ayrıca 'tumturak' kelimesi de enteresan ve heyecan verici değil mi? Burcu'ya selam olsun.)
Atalay dedim ya; ondan bahsetmek lazım kesinlikle ama şimdiye kadar "anlatması zor" diye bahsettiğim ve anlat(a)madığım insanlardan daha da zor, onu anlatması. Çok ilginç bir adam; geçen sefer hiç durmadan 45 dakika kadar konuşabildiğine şahit oldum (bugün formda değildi, belki 20 falan yaptı.). Ama sanmayın ki buradaki "hiç durmadan", lafın gelişi bir "hiç durmadan". Adam gerçekten nefes almaksızın konuşuyor, durmak, soluklanmak hak getire... Genelde çok konuşan adamlar, daha boş adamlardır ya... Öyle de değil işte; çok fena dolu, çok fena zeki. Zaten tam da bundan dolayı dolup dolup taşıyor, sürekli anlatıyor. Catherine ile birlikte, bu yakınlarda, ormanın dibinde, doğayla içiçe yaşıyor onlar da. Bir süredir de çiğ beslenmeyi deneyimliyorlar falan. Öyle bi' farklı hayatlar tanıyorum; pek hoş.
Geçen yazıda bahsettiğim 'kurabikek' felaketi, gün geçtikçe yenebilir bir hale geldi. İlk gün sakızdan birazcık hallice olan 'şey' bugün itibariyle fena değildi artık. Gerçi bugüne kalan da 3 parça bi'şeydi; Umman erken gelmeseydi kalmıyordu valla ona; "sakız, makız" diye diye götürüyordum. Bugün Atalay bile tattı kurabikekimi. Kaç gün boyunca mercimek ve bakla ile beslendim. Bitmek bilmediler zaten. Hele bakla, o kadar çoktu ki, zaten bir kısmını dondurucuya koymuştum. Umman da pek severmiş meğer, gelir gelmez önünde bakla bulması pek hoş oldu. Israrla yemek anlatmaya devam edesim var; dünden önce (yoksa dün müydü?) mercimek ve bakladan sıkılmıştım da, menemen yaptım; 3 yumurta, çok domates, biber yokluğunda kullandığım -ve ilk kez burada tanıştığım- chivez (şimdi Umman'a sordum da 'amerikan soğanı' diye geçiyormuş - "soğan otu deniyo" dedi şimdi de) ile yaptım ve hepsini yiyiverdim bir oturuşta.
Cidden aklım fikir yemek olmuş benim...
Bugünlerde başka ne yaptım... Hem dün, hem ondan önceki gün yürüyüşe çıktım, gördüğüm her toprak yola saptım; ormanın içine daldım, bir yerlere çıktım. Çarşamba günü dere boyundan yukarı doğru çıkarken, önce suların çok güzel aktığı bir yer buldum ve uzunca bir süre oturdum. Yakın çevrede insan olmaması bir yana, su sesinin de yüksekliği nedeniyle bağırsan kimsenin duymayacağı bir yerdi. Ne mi yaptım? Bağıra bağıra şarkılar söyledim, hem de uydurmasyon! Böyle Afrika müzikleri olur ya, tamtamlar eşliğinde söylenen; onlardan söyledim işte. Ama nasıl bağırıyorum, nasıl sıkıyorum kıçımdan, affedersin. Bir de havaya girdim, nasıl ciddi bir tavırla söylüyorum, öyle gülüyor falan da değilim. Çok tuhaftı... ((: Sonra biraz daha yukarı çıkınca da, küçük çaplı bir şelale keşfettim. Birkaç metre yukarıdan suların döküldüğü muhteşem bir yerdi. Bakmaya doyamadım, fotoğraf makinem yanımda olmadığı için de pek hayıflandım ama artık bir dahaki sefere... Yoksa blogda uzun süredir fotoğraf paylaşmayan ben, bunu kesin koyardım valla. Oyyyy!!!
Umman gittiğinden beri günlük işleri hallediyorum; Kum'u, Çakıl'ı, solucanları besleyip, ihtiyaç oldukça bahçeyi ve diğer bitkileri suladım hep. Ama ekstraya giren birkaç iş vardı; bahçenin bir kısmındaki otları temizleme ve bahçenin dışındaki bir miktar kumu bahçeye taşıma işleri gibi. Dün, bir süre o işlere de el attım, az da olsa...
Umman geldiğine göre misyonum sona erdi; önümde başka başka yapacak şeyler var şimdi. Yaptıkça bahsedeyim ama 3-5 gün epey yol yapıp sonra İstanbul'a geçecek gibiyim. Yarın ise yine Flora'ya gideceğim muhtemelen.
Böyleyken böyle işte sevgili blog. Okuyanları daha fazla meşgul etmemek için durma vakti. Yoksa daha çook yazarım.
Atalay dedim ya; ondan bahsetmek lazım kesinlikle ama şimdiye kadar "anlatması zor" diye bahsettiğim ve anlat(a)madığım insanlardan daha da zor, onu anlatması. Çok ilginç bir adam; geçen sefer hiç durmadan 45 dakika kadar konuşabildiğine şahit oldum (bugün formda değildi, belki 20 falan yaptı.). Ama sanmayın ki buradaki "hiç durmadan", lafın gelişi bir "hiç durmadan". Adam gerçekten nefes almaksızın konuşuyor, durmak, soluklanmak hak getire... Genelde çok konuşan adamlar, daha boş adamlardır ya... Öyle de değil işte; çok fena dolu, çok fena zeki. Zaten tam da bundan dolayı dolup dolup taşıyor, sürekli anlatıyor. Catherine ile birlikte, bu yakınlarda, ormanın dibinde, doğayla içiçe yaşıyor onlar da. Bir süredir de çiğ beslenmeyi deneyimliyorlar falan. Öyle bi' farklı hayatlar tanıyorum; pek hoş.
Geçen yazıda bahsettiğim 'kurabikek' felaketi, gün geçtikçe yenebilir bir hale geldi. İlk gün sakızdan birazcık hallice olan 'şey' bugün itibariyle fena değildi artık. Gerçi bugüne kalan da 3 parça bi'şeydi; Umman erken gelmeseydi kalmıyordu valla ona; "sakız, makız" diye diye götürüyordum. Bugün Atalay bile tattı kurabikekimi. Kaç gün boyunca mercimek ve bakla ile beslendim. Bitmek bilmediler zaten. Hele bakla, o kadar çoktu ki, zaten bir kısmını dondurucuya koymuştum. Umman da pek severmiş meğer, gelir gelmez önünde bakla bulması pek hoş oldu. Israrla yemek anlatmaya devam edesim var; dünden önce (yoksa dün müydü?) mercimek ve bakladan sıkılmıştım da, menemen yaptım; 3 yumurta, çok domates, biber yokluğunda kullandığım -ve ilk kez burada tanıştığım- chivez (şimdi Umman'a sordum da 'amerikan soğanı' diye geçiyormuş - "soğan otu deniyo" dedi şimdi de) ile yaptım ve hepsini yiyiverdim bir oturuşta.
Cidden aklım fikir yemek olmuş benim...
Bugünlerde başka ne yaptım... Hem dün, hem ondan önceki gün yürüyüşe çıktım, gördüğüm her toprak yola saptım; ormanın içine daldım, bir yerlere çıktım. Çarşamba günü dere boyundan yukarı doğru çıkarken, önce suların çok güzel aktığı bir yer buldum ve uzunca bir süre oturdum. Yakın çevrede insan olmaması bir yana, su sesinin de yüksekliği nedeniyle bağırsan kimsenin duymayacağı bir yerdi. Ne mi yaptım? Bağıra bağıra şarkılar söyledim, hem de uydurmasyon! Böyle Afrika müzikleri olur ya, tamtamlar eşliğinde söylenen; onlardan söyledim işte. Ama nasıl bağırıyorum, nasıl sıkıyorum kıçımdan, affedersin. Bir de havaya girdim, nasıl ciddi bir tavırla söylüyorum, öyle gülüyor falan da değilim. Çok tuhaftı... ((: Sonra biraz daha yukarı çıkınca da, küçük çaplı bir şelale keşfettim. Birkaç metre yukarıdan suların döküldüğü muhteşem bir yerdi. Bakmaya doyamadım, fotoğraf makinem yanımda olmadığı için de pek hayıflandım ama artık bir dahaki sefere... Yoksa blogda uzun süredir fotoğraf paylaşmayan ben, bunu kesin koyardım valla. Oyyyy!!!
Umman gittiğinden beri günlük işleri hallediyorum; Kum'u, Çakıl'ı, solucanları besleyip, ihtiyaç oldukça bahçeyi ve diğer bitkileri suladım hep. Ama ekstraya giren birkaç iş vardı; bahçenin bir kısmındaki otları temizleme ve bahçenin dışındaki bir miktar kumu bahçeye taşıma işleri gibi. Dün, bir süre o işlere de el attım, az da olsa...
Umman geldiğine göre misyonum sona erdi; önümde başka başka yapacak şeyler var şimdi. Yaptıkça bahsedeyim ama 3-5 gün epey yol yapıp sonra İstanbul'a geçecek gibiyim. Yarın ise yine Flora'ya gideceğim muhtemelen.
Böyleyken böyle işte sevgili blog. Okuyanları daha fazla meşgul etmemek için durma vakti. Yoksa daha çook yazarım.
16 Nisan 2013 Salı
Yazır'dan - 2
Aslında dün akşamüstüne doğru bi'şeyler yazasım çok vardı; bir sürü şey birikmişti kafamda, yazalı bir gün olmasına rağmen. Şimdi o kadar çok şey yok gibi ama yazacağım yine de.
Sondan başlayayım: Hayatımın ilk hamur işi denemesine giriştim ve sonuç gerçek bir kabus oldu. Egom çok bastırdığı için ön açıklama yapma gereği duyuyorum, mutfakla aram iyidir epey, dolmadır bilmemnedir, her bi'şeyi yaparım ben; ama bir türlü kek-börek faslına gelememiştim. Geldim de n'oldu, ayrı ((:
Bir önceki Cumartesi günü Flora'daki Antalya Paylaşım Günü'nden bahsetmiştim, değil mi? Hah, işte orada yediğim süper ötesi leziz şeylerden biri ve en tadı damağımda kalanı (sadece 1 tane yemiştim) Sevgi'nin yapmış olduğu portakallı kurabiye idi. Dedim, hazır bu işlere bulaşmayı hep istiyor ve evde yalnız yalnız takılıyor ve vücut "glikoz, glikoz" diye bağırıyorken şu işe bi' el atayım. Sevgi'den tarifi aldım ve işe koyuldum.
Ama her aşamada hezimete uğradım; şekeri bardağa koyarken bile her tarafa döktüm, düşünün artık. Bu ilk kazaydı; sonra elle çırparım hamuru dedim ama orada bi abukluklar oldu, sonra el blendırı gibi bişey buldum, onu devreye soktum ama her yere sıçradı. Neyse ki verandada yaptım bunların çoğunu da, içerisi batmadı. Sonra portakalı rendelemek yetmedi, hamur kıvamı da tuhaf gelince, yarım da portakal sıktım içine. Bi'takım deneysel çalışmalar... Sonuçta ortaya çıkan karışımı (ki yeterince karıştırmadığımı düşünüyorum) kocaman parçalar halinde kurabiye olmak üzere fırına verdim; fırın bana 20 dk kadar sonra keke benzeyen ince bi tabaka verdi. O kadar sulu hamur olunca böyle oluyo demek ki ((: Hadi dedim önemli olan işlevi, yani tadı... Tat fena değil ama lastik gibi yahu, sakız çiğner gibi. Neredeyse bir süre çiğneyip tükürüp atılacak kıvamda. Yani kurabiyeden keke dönmesini anlayabiliyorum da bunu tam çözemedim. Teorim, fırına vermeden karışımı yeterince karıştırmamam; ama bilmiyorum da. Neyse yine de çay eşliğinde yedim; pardon çiğnedim. Bekleyince nasıl olacak ki, çok korkuyorum.
Radyo Voyage dinliyorum şu anda, pek güzel çalıyor.
Pazar günü bütün gün bahçe sınırları dışına çıkmadım. Portakal ağacının altında bir süre geçirdim; dergi okudum, uyukladım falan... Hava epey sıcaktı zaten. Akşama doğru ana bahçeyi suladım. 1 saat kadar onunla oyalandıktan ve diğer ufak tefek saksıyı, şunu bunu suladıktan sonra bakla yemeği yaptım. İlk kez yapmış olduğum bakla yemeği bayağı güzel oldu. Sarımsağına dolgun yoğurtla birlikte yedim afiyetle. Haa geçenlerde de ilk kez karnabahar (karnıbahar değilmiş valla) yapmıştım, o da güzel olmuştu mesela. Demek ki sorun hamur işlerinde.
Yat kalk, kahvaltı derken dün biraz yürümek istedim. Dere boyuna, oradan da Olimpos sapağı taraflarına yürüdüm. Az daha ilerlemişken, zaten kapalı olan hava 2-3 dakika içinde öyle bir karardı ki... Sonra gök gürültüleri arttı; dönmek mi lazım diye düşünmeye başlamışken, son derece sağanak bir şekilde gökyüzü üzerime akmaya başladı. Koşa koşa camiye sığındım; en az yarım saat, belki bir saat sonra yağmurun azalmasıyla birlikte ev yoluna düştüm tekrar. Diğer bitkileri de sulama günüydü dün ama yağmur yağınca buna gerek kalmadı. Ben de, "madem bahçe sulayamıyorum, bari yeşil mercimek yapayım." dedim ve yaptım.
Akşam da biraz internet, epey de kitap okuma (Hakan Günday - Ziyan) derken 12'yi geçerken yattım.
Sabah epey serindi; kahvaltı mahvaltı... Kum'un yalaması sonrası bir miktar tereyağının heba olması, birkaç telefon konuşması, 'kurabiyemsi kek sakızı'; bunlarla birlikte kendimle ilgili yazıp çizerek geçti. Haftaya İstanbul'a gideceğim (kalmam için şimdiden 5 kişi davet etti yahu) ve çok kalmayacağım; o yüzden yapacağım işleri yazdım bir sayfaya. Bir diğerine önümüzdeki aylarda yapmak istediğim şeyleri yazdım, bir diğerine beni mutlu eden şeyleri, bir diğerine mutsuz edenleri. Bunları yazarak görmek çok iyi geliyor, aslında bir nevi kendi mutluluk reçeteni hazırlamış oluyorsun. Mutlu edenleri tekrarlamak için vesile oluyor; mutsuz edenlerden ise uzak durmak veya -duruma göre- onları kabullenmek gerekebiliyor. Yazmadan çizmeden olmuyor hocam bu işler. Son bir sayfaya da bazı oyun isimlerini yazdım. Oyun oynamayı çok seviyorum ama aklıma gelmiyor işte. Yazılı olunca, kendime hatırlatırım, diye düşündüm.
Keyifler yerinde, evde her şey yolunda; Umman, için rahat olsun.
Sondan başlayayım: Hayatımın ilk hamur işi denemesine giriştim ve sonuç gerçek bir kabus oldu. Egom çok bastırdığı için ön açıklama yapma gereği duyuyorum, mutfakla aram iyidir epey, dolmadır bilmemnedir, her bi'şeyi yaparım ben; ama bir türlü kek-börek faslına gelememiştim. Geldim de n'oldu, ayrı ((:
Bir önceki Cumartesi günü Flora'daki Antalya Paylaşım Günü'nden bahsetmiştim, değil mi? Hah, işte orada yediğim süper ötesi leziz şeylerden biri ve en tadı damağımda kalanı (sadece 1 tane yemiştim) Sevgi'nin yapmış olduğu portakallı kurabiye idi. Dedim, hazır bu işlere bulaşmayı hep istiyor ve evde yalnız yalnız takılıyor ve vücut "glikoz, glikoz" diye bağırıyorken şu işe bi' el atayım. Sevgi'den tarifi aldım ve işe koyuldum.
Ama her aşamada hezimete uğradım; şekeri bardağa koyarken bile her tarafa döktüm, düşünün artık. Bu ilk kazaydı; sonra elle çırparım hamuru dedim ama orada bi abukluklar oldu, sonra el blendırı gibi bişey buldum, onu devreye soktum ama her yere sıçradı. Neyse ki verandada yaptım bunların çoğunu da, içerisi batmadı. Sonra portakalı rendelemek yetmedi, hamur kıvamı da tuhaf gelince, yarım da portakal sıktım içine. Bi'takım deneysel çalışmalar... Sonuçta ortaya çıkan karışımı (ki yeterince karıştırmadığımı düşünüyorum) kocaman parçalar halinde kurabiye olmak üzere fırına verdim; fırın bana 20 dk kadar sonra keke benzeyen ince bi tabaka verdi. O kadar sulu hamur olunca böyle oluyo demek ki ((: Hadi dedim önemli olan işlevi, yani tadı... Tat fena değil ama lastik gibi yahu, sakız çiğner gibi. Neredeyse bir süre çiğneyip tükürüp atılacak kıvamda. Yani kurabiyeden keke dönmesini anlayabiliyorum da bunu tam çözemedim. Teorim, fırına vermeden karışımı yeterince karıştırmamam; ama bilmiyorum da. Neyse yine de çay eşliğinde yedim; pardon çiğnedim. Bekleyince nasıl olacak ki, çok korkuyorum.
Radyo Voyage dinliyorum şu anda, pek güzel çalıyor.
Pazar günü bütün gün bahçe sınırları dışına çıkmadım. Portakal ağacının altında bir süre geçirdim; dergi okudum, uyukladım falan... Hava epey sıcaktı zaten. Akşama doğru ana bahçeyi suladım. 1 saat kadar onunla oyalandıktan ve diğer ufak tefek saksıyı, şunu bunu suladıktan sonra bakla yemeği yaptım. İlk kez yapmış olduğum bakla yemeği bayağı güzel oldu. Sarımsağına dolgun yoğurtla birlikte yedim afiyetle. Haa geçenlerde de ilk kez karnabahar (karnıbahar değilmiş valla) yapmıştım, o da güzel olmuştu mesela. Demek ki sorun hamur işlerinde.
Yat kalk, kahvaltı derken dün biraz yürümek istedim. Dere boyuna, oradan da Olimpos sapağı taraflarına yürüdüm. Az daha ilerlemişken, zaten kapalı olan hava 2-3 dakika içinde öyle bir karardı ki... Sonra gök gürültüleri arttı; dönmek mi lazım diye düşünmeye başlamışken, son derece sağanak bir şekilde gökyüzü üzerime akmaya başladı. Koşa koşa camiye sığındım; en az yarım saat, belki bir saat sonra yağmurun azalmasıyla birlikte ev yoluna düştüm tekrar. Diğer bitkileri de sulama günüydü dün ama yağmur yağınca buna gerek kalmadı. Ben de, "madem bahçe sulayamıyorum, bari yeşil mercimek yapayım." dedim ve yaptım.
Akşam da biraz internet, epey de kitap okuma (Hakan Günday - Ziyan) derken 12'yi geçerken yattım.
Sabah epey serindi; kahvaltı mahvaltı... Kum'un yalaması sonrası bir miktar tereyağının heba olması, birkaç telefon konuşması, 'kurabiyemsi kek sakızı'; bunlarla birlikte kendimle ilgili yazıp çizerek geçti. Haftaya İstanbul'a gideceğim (kalmam için şimdiden 5 kişi davet etti yahu) ve çok kalmayacağım; o yüzden yapacağım işleri yazdım bir sayfaya. Bir diğerine önümüzdeki aylarda yapmak istediğim şeyleri yazdım, bir diğerine beni mutlu eden şeyleri, bir diğerine mutsuz edenleri. Bunları yazarak görmek çok iyi geliyor, aslında bir nevi kendi mutluluk reçeteni hazırlamış oluyorsun. Mutlu edenleri tekrarlamak için vesile oluyor; mutsuz edenlerden ise uzak durmak veya -duruma göre- onları kabullenmek gerekebiliyor. Yazmadan çizmeden olmuyor hocam bu işler. Son bir sayfaya da bazı oyun isimlerini yazdım. Oyun oynamayı çok seviyorum ama aklıma gelmiyor işte. Yazılı olunca, kendime hatırlatırım, diye düşündüm.
Keyifler yerinde, evde her şey yolunda; Umman, için rahat olsun.
14 Nisan 2013 Pazar
Yazır'dan
Elim değmişken, geçen Pazar'dan bugüne, olan bitenden de bahsedeyim hemen. Yaklaşık 1 haftadır buradayım ve her bi'şey yolunda.
Tam şu anda, adını sanını bilmediğim kuşların ötüşmeleri, kurbağa vraklamaları, horoz üürüüüüüleri, arı vızıltıları ve güzel bir rüzgar eşliğinde yazıyorum. Evin önünde, sanırım veranda diye adlandırabileceğim yerde, netbuk'um masanın üstünde, enstrümantel bir takım müzikler eşliğinde (tam şu anda şu süper ötesi eseri dinliyorum: http://fizy.com/#s/15cbxr), (hah bi de kara sinek geldi), görebildiğim her yer yeşil, sağ tarafım ve ilerisi orman, hemen önüm evin bahçesi, en yakınımda saksılar var, az ileride baklalar, biraz daha ileride yavaş yavaş büyümeye başlayan fasulyeler, maydanozlar, heyecanla beklenen domatesler ve diğerleri... Evin bir kedisi, bir köpeği var: Çakıl ve Kum. Dün akşamdan beri yalnızım evde; Cuma akşamı Umman gitti, dün de Burcu.
Neler yaptık ve neler oldu geldiğimizden beri: Öncelikle Pazartesi günü haricinde keyfim pek yerindeydi ve yerinde. Sadece Pazartesi günü içim öylesine karardı ki, pofff... Bi' karış suratla (bu da ne demekse) dolaştım bütün gün, pek tuhaf bir ruh hali vuku bulmuştu; neyse ki Salı günü bayağı toparladım ve sonrasında da eski enerjim ve keyfim geri geldi.
Çevrede yürüyüşler yaptık; aşağıda çay var, birkaç kere oraya indik, ormanın içine doğru keşifler yaptık, Heidi'nin yuvarlandığı kırların benzerini bulup yuvarlandık, Olimpos'a indik, birkaç yıldır ören yerine para ile giriliyor ya, buna tekrar gıcık olduk... Kapıdan değil de, 20 mt ileriden, dereden geçtik o tarafa (lütfen herkes de öyle yapsın), sahile vardık. Ayaklarımızı denize soktuk, güzel taşlar topladık, ayrıca '5 taş' oynayabilmek için de taş topladık ama pek oynamadık (yalnızken oynarım belki), upuzun kahvaltılar yaptık, güzel de yemekler... Sonra mesela, yaklaşık 60 yaşındaki portakal ağacının en tepesindeki portakalları topladım (hala 5-6 tane var ama zor onlar, çok tepedeler).
Bahçe işleriyle azıcık daha tanıştım. Zaten tanışmak zorundaydım, zira Umman evi bana emanet edecekti ve buraya geliş amacım da bahçeye ve kedi-köpeğe, bir de solucanlara göz kulak olmaktı. Bahçe işi, dediğim de alt tarafı sulama yapmak aslında. Neyi, ne zaman sulamam gerektiğini öğrendim falan...
Günler kısaca böyle geçti, yukarıda da yazdım ya, Cuma akşamı Umman'ı İstanbul'a yolculadık; son ana kadar gitmeyebileceğini düşündüğüm Burcu da dün akşam Bayramiç'e doğru yola çıktı ve Yazır Köyü, Çay Mahallesi, Umman Deniz'in evi mevkiinde yalnız günlerim başladı.
Burcu'yu Antalya'ya doğru uğurladıktan sonra eve geldim, yalnızlığı fark ettim ve sevdim. Sorsalar "gitmesin" derdim (hatta sormadıkları halde dedim gerçi) ama böyle de bi' başka güzel. Birkaç saksı suladım, duş aldım, yemek, bulaşık... Biraz internet, biraz okuma derken erkenden (10 buçuğa doğru falan) yattım.
Sabah da kalktım (biraz fazla uyumuşum), kedi-köpeği, sonra da kendimi doyurup yazmaya başladım ve bir süredir de yazıyorum. Yukarıda tasvir etmeye çalıştığım hayvan sesleri aynen devam...
Göçebe günler başlayalı 7,5 ay kadar oldu ve genel bir değerlendirme yapasım var, hem kendi içimde, hem blogda. Belki birkaç güne ya da haftaya yazarım bi'şeyler. Çok önemli fark edişlerim oluyor, sonra mutlu olduğum ve olmadığım anları gözlemliyorum, arayışım bitmedi ama ciddi anlamda yol aldığımı görüyorum, dönüp yaşadıklarıma bakınca... Çok şanslı olduğumu görüyorum; çok güzel şeyler yaşadığım, hiç bilmediğim tarz hayatları keşfetmek için yola çıkabildiğim, çok güzel insanlarla tanışabildiğim için çok seviniyorum.
Daha da geliyor bi'şeyler ama şimdilik duruyorum. Yazır'dan sevgiler...
Ekleme: Sonradan aklım başıma geliyor hep; portakal ağacının çiçek açmış olduğunu ve bu çiçeklerin muhteşem koktuklarını; tam da bu ağacın altında, büyüyünce çardak olacak olan, şimdilik sadece zemininin yapılmış olduğu alanı, bir tam gün orada oturmuş olduğumuzu falan, nasıl olur da paylaşmam. Böyle yazınca ne ifade etti bilmiyorum ama çok çok güzel bir alan. Oturuyorsun, portakal ağacı zaten miskinleştirirmiş, öyle de oluyor, üstüne portakal çiçekleri dökülüyor, kokluyorsun, yiyorsun...
Tam şu anda, adını sanını bilmediğim kuşların ötüşmeleri, kurbağa vraklamaları, horoz üürüüüüüleri, arı vızıltıları ve güzel bir rüzgar eşliğinde yazıyorum. Evin önünde, sanırım veranda diye adlandırabileceğim yerde, netbuk'um masanın üstünde, enstrümantel bir takım müzikler eşliğinde (tam şu anda şu süper ötesi eseri dinliyorum: http://fizy.com/#s/15cbxr), (hah bi de kara sinek geldi), görebildiğim her yer yeşil, sağ tarafım ve ilerisi orman, hemen önüm evin bahçesi, en yakınımda saksılar var, az ileride baklalar, biraz daha ileride yavaş yavaş büyümeye başlayan fasulyeler, maydanozlar, heyecanla beklenen domatesler ve diğerleri... Evin bir kedisi, bir köpeği var: Çakıl ve Kum. Dün akşamdan beri yalnızım evde; Cuma akşamı Umman gitti, dün de Burcu.
Neler yaptık ve neler oldu geldiğimizden beri: Öncelikle Pazartesi günü haricinde keyfim pek yerindeydi ve yerinde. Sadece Pazartesi günü içim öylesine karardı ki, pofff... Bi' karış suratla (bu da ne demekse) dolaştım bütün gün, pek tuhaf bir ruh hali vuku bulmuştu; neyse ki Salı günü bayağı toparladım ve sonrasında da eski enerjim ve keyfim geri geldi.
Çevrede yürüyüşler yaptık; aşağıda çay var, birkaç kere oraya indik, ormanın içine doğru keşifler yaptık, Heidi'nin yuvarlandığı kırların benzerini bulup yuvarlandık, Olimpos'a indik, birkaç yıldır ören yerine para ile giriliyor ya, buna tekrar gıcık olduk... Kapıdan değil de, 20 mt ileriden, dereden geçtik o tarafa (lütfen herkes de öyle yapsın), sahile vardık. Ayaklarımızı denize soktuk, güzel taşlar topladık, ayrıca '5 taş' oynayabilmek için de taş topladık ama pek oynamadık (yalnızken oynarım belki), upuzun kahvaltılar yaptık, güzel de yemekler... Sonra mesela, yaklaşık 60 yaşındaki portakal ağacının en tepesindeki portakalları topladım (hala 5-6 tane var ama zor onlar, çok tepedeler).
Bahçe işleriyle azıcık daha tanıştım. Zaten tanışmak zorundaydım, zira Umman evi bana emanet edecekti ve buraya geliş amacım da bahçeye ve kedi-köpeğe, bir de solucanlara göz kulak olmaktı. Bahçe işi, dediğim de alt tarafı sulama yapmak aslında. Neyi, ne zaman sulamam gerektiğini öğrendim falan...
Günler kısaca böyle geçti, yukarıda da yazdım ya, Cuma akşamı Umman'ı İstanbul'a yolculadık; son ana kadar gitmeyebileceğini düşündüğüm Burcu da dün akşam Bayramiç'e doğru yola çıktı ve Yazır Köyü, Çay Mahallesi, Umman Deniz'in evi mevkiinde yalnız günlerim başladı.
Burcu'yu Antalya'ya doğru uğurladıktan sonra eve geldim, yalnızlığı fark ettim ve sevdim. Sorsalar "gitmesin" derdim (hatta sormadıkları halde dedim gerçi) ama böyle de bi' başka güzel. Birkaç saksı suladım, duş aldım, yemek, bulaşık... Biraz internet, biraz okuma derken erkenden (10 buçuğa doğru falan) yattım.
Sabah da kalktım (biraz fazla uyumuşum), kedi-köpeği, sonra da kendimi doyurup yazmaya başladım ve bir süredir de yazıyorum. Yukarıda tasvir etmeye çalıştığım hayvan sesleri aynen devam...
Göçebe günler başlayalı 7,5 ay kadar oldu ve genel bir değerlendirme yapasım var, hem kendi içimde, hem blogda. Belki birkaç güne ya da haftaya yazarım bi'şeyler. Çok önemli fark edişlerim oluyor, sonra mutlu olduğum ve olmadığım anları gözlemliyorum, arayışım bitmedi ama ciddi anlamda yol aldığımı görüyorum, dönüp yaşadıklarıma bakınca... Çok şanslı olduğumu görüyorum; çok güzel şeyler yaşadığım, hiç bilmediğim tarz hayatları keşfetmek için yola çıkabildiğim, çok güzel insanlarla tanışabildiğim için çok seviniyorum.
Daha da geliyor bi'şeyler ama şimdilik duruyorum. Yazır'dan sevgiler...
Ekleme: Sonradan aklım başıma geliyor hep; portakal ağacının çiçek açmış olduğunu ve bu çiçeklerin muhteşem koktuklarını; tam da bu ağacın altında, büyüyünce çardak olacak olan, şimdilik sadece zemininin yapılmış olduğu alanı, bir tam gün orada oturmuş olduğumuzu falan, nasıl olur da paylaşmam. Böyle yazınca ne ifade etti bilmiyorum ama çok çok güzel bir alan. Oturuyorsun, portakal ağacı zaten miskinleştirirmiş, öyle de oluyor, üstüne portakal çiçekleri dökülüyor, kokluyorsun, yiyorsun...
Flora'ya gidiş ve 'Antalya Paylaşım Günü'
Cumartesi (dün değil, bi öncekisi) sabahı olduğunda yola çıkma vakti gelmişti. Önce, Flora'daki 'Antalya Paylaşım Günü'ne gidecek, ertesi gün de Umman Deniz'le birlikte onun evine geçecektik.
Otostopla gittik Flora'ya. Toplamda 200 km'den az bir yol olmasına rağmen 8 araçla gittik. İlk araç bizi 25 km kadar ileride bulunan Avsallar'a attı. Orada 10 dk. kadar bekledikten sonra bir araç yanaştı ve ileride bir yere arkadaki su bidonlarını bırakacağını, sonrasında geri gelip bizi alacağını ve Antalya'ya gittiğini söyledi. Biz de baş parmaklarımızı indirdik aşağı. Ama bekle bekle, gelmedi adam. 15-20 dk. ısrarla bekledik ve sonrasında umudu keserek parmakları kaldırdık tekrar. İlk duran araçla, bi' 30 km daha gidip Manavgat girişine vardık; sonra bi' kamyoncu amca bizi Antalya girişine yakın Aksu'ya kadar attı. Hayatımda gördüğüm en derin kırışıklıklara sahipti amca, çok da şekerdi. Son olarak da, bilmemkim Eczacıbaşı'nı hava alanına bırakmış ve pek çok rahatlamış olan Eczacıbaşı topluluğu çalışanı arkadaş, yolunu epey uzatarak bizi Kemer yoluna kadar çıkardı.
Antalya'nın diğer tarafına çıktık ve 70-80 km yolumuz kaldı. O kısa mesafeyi de 4 araç kullanarak aldıktan sonra Flora sapağının orada indik son aracımızdan. Çantalarımızın ağırlığına ve yokuş yukarı bir yol olmasına rağmen, ormanın olağan üstü güzelliği içinde 2 km kadar yürüyerek Flora'ya vardık. Selahattin ve Ayşe'nin güler yüzlerinin yanı sıra bir sürü güzel insan karşıladı bizi orada. Karınlarını doyurmuşlardı hemen hemen, biz de sofraya oturarak toklukta onlara yetiştik hızla. Yiyecek o kadar çok şey vardı ki, masadaki her şeyden tadımlık bile yemek pek mümkün değildi... Herkes bir sürü şey getirmişti ve her şey çok güzeldi. Sohbet, çevrede kısa bir yürüyüş, çadırların kurulması... Akşam serinliği ile birlikte eve giriş, yine bir şeyler yeme içme faslı, bol sohbet... Yattık kalktık, kahvaltımızı yaptık, yeşilliklerin üstünde biraz kitap okuduk; sonra Burcu, Sevgi ve Toygun'la birlikte odun kestik ormanda, devrilmiş bir ağaçtan ve yukarı taşıdık. Sonra yukarıda da, onları sobada yakılabilecek parçalara böldük. Yorucu fekat çok çok keyifli bir iş. Geçen gidişimde de çok mutlu olmuştum, bu işlerle uğraşırken... Sonra getirdiklerimizi sergiledik ve herkes ihtiyacı olan ve/ya beğendiği şeyleri aldı ve eşya paylaşım kısmını da gerçekleştirmiş olduk. Öğleden sonra Atalay ve Catherine de aramıza katıldı; Atalay gitar ve cembe getirmişti; kısa da olsa müzik yaptık.
Akşama doğru artık yola çıkma vakti geldi. Umman gibi, Yazır köyü yakınlarında yaşayan Atalay ve Catherine bizi eve bıraktılar ve Yazır Köyü, Çay Mahallesi, Umman Deniz'in evi mevkiindeki günler başlamış oldu.
Otostopla gittik Flora'ya. Toplamda 200 km'den az bir yol olmasına rağmen 8 araçla gittik. İlk araç bizi 25 km kadar ileride bulunan Avsallar'a attı. Orada 10 dk. kadar bekledikten sonra bir araç yanaştı ve ileride bir yere arkadaki su bidonlarını bırakacağını, sonrasında geri gelip bizi alacağını ve Antalya'ya gittiğini söyledi. Biz de baş parmaklarımızı indirdik aşağı. Ama bekle bekle, gelmedi adam. 15-20 dk. ısrarla bekledik ve sonrasında umudu keserek parmakları kaldırdık tekrar. İlk duran araçla, bi' 30 km daha gidip Manavgat girişine vardık; sonra bi' kamyoncu amca bizi Antalya girişine yakın Aksu'ya kadar attı. Hayatımda gördüğüm en derin kırışıklıklara sahipti amca, çok da şekerdi. Son olarak da, bilmemkim Eczacıbaşı'nı hava alanına bırakmış ve pek çok rahatlamış olan Eczacıbaşı topluluğu çalışanı arkadaş, yolunu epey uzatarak bizi Kemer yoluna kadar çıkardı.
Antalya'nın diğer tarafına çıktık ve 70-80 km yolumuz kaldı. O kısa mesafeyi de 4 araç kullanarak aldıktan sonra Flora sapağının orada indik son aracımızdan. Çantalarımızın ağırlığına ve yokuş yukarı bir yol olmasına rağmen, ormanın olağan üstü güzelliği içinde 2 km kadar yürüyerek Flora'ya vardık. Selahattin ve Ayşe'nin güler yüzlerinin yanı sıra bir sürü güzel insan karşıladı bizi orada. Karınlarını doyurmuşlardı hemen hemen, biz de sofraya oturarak toklukta onlara yetiştik hızla. Yiyecek o kadar çok şey vardı ki, masadaki her şeyden tadımlık bile yemek pek mümkün değildi... Herkes bir sürü şey getirmişti ve her şey çok güzeldi. Sohbet, çevrede kısa bir yürüyüş, çadırların kurulması... Akşam serinliği ile birlikte eve giriş, yine bir şeyler yeme içme faslı, bol sohbet... Yattık kalktık, kahvaltımızı yaptık, yeşilliklerin üstünde biraz kitap okuduk; sonra Burcu, Sevgi ve Toygun'la birlikte odun kestik ormanda, devrilmiş bir ağaçtan ve yukarı taşıdık. Sonra yukarıda da, onları sobada yakılabilecek parçalara böldük. Yorucu fekat çok çok keyifli bir iş. Geçen gidişimde de çok mutlu olmuştum, bu işlerle uğraşırken... Sonra getirdiklerimizi sergiledik ve herkes ihtiyacı olan ve/ya beğendiği şeyleri aldı ve eşya paylaşım kısmını da gerçekleştirmiş olduk. Öğleden sonra Atalay ve Catherine de aramıza katıldı; Atalay gitar ve cembe getirmişti; kısa da olsa müzik yaptık.
Akşama doğru artık yola çıkma vakti geldi. Umman gibi, Yazır köyü yakınlarında yaşayan Atalay ve Catherine bizi eve bıraktılar ve Yazır Köyü, Çay Mahallesi, Umman Deniz'in evi mevkiindeki günler başlamış oldu.
10 Nisan 2013 Çarşamba
Burcu'yla Alanya günleri
En son yazdığımdan bu ana kadar, Burcu geldi ve 4 gün Alanya'da idik; sonra Flora'ya geçtik (daha önce birkaç kere bahsettim ama bilmeyenler için bir kez daha www.olymposflora.com); sonra da, -yine daha önce planlardan bahsetmiştim- Olimpos yakınlarında, Yazır Köyü'nün Çay Mahallesi'ne geldik. Galiba şimdilik Alanya kısmından biraz bahsedeceğim; çok yazasım yok çünküm.
Salı günü (dün değil bi öncekisi) öğlene doğru Burcu'yu aldım otogardan; Cumartesi sabahına kadar pek güzel vakit geçirdik. Bolca yürüyüş, uzun ve güzel kahvaltılar, yemekler, bir kere de denize girerek geçti. Deniz henüz soğuk bayağı; bir de pek dalgalıydı, çok yüzemedik. Hatta ben bir şekilde girmeyi başardığım sıralarda Burcu boğulma tehlikesi atlatmış, haberim yok. Neyse ki boğulmadı; başıma bi sürü iş çıkardı valla! ((:
Yürüyüşler çok güzeldi. Annemlerin evinin hemen üst kısmındaki dağda tepede yürüdük ilk gün, ki yıllardır orada yürümek aklıma bile gelmemişti. Likya Yolu'na yürüyüşe gideceğim, doğada yürümeyi pek seviyorum ama burnumun dibinde de yürüyebileceğim yerler var, akıledemiyorum. Sonra bir gün, şehir yürüyüşü tadında yürüdük epey bi... Bir gün de Alanya Kalesi'nin bir yerinden tırmandık, bilmeden orman-tepe yürürken Kale'de bulduk kendimizi, sonra da yine ara yollardan tekrar aşağı yürüdük...
Alanya'da epeydir böyle hareketli vakit geçirmemiştim, pek iyi geldi. Bol sohbet, yürüyüş, deniz, yeme-içme...
Yok yok yazamıyorum. Burada durayım şimdik...
13 Nisan eklemesi: Ya çok eğlendiğim bi'şey olmuştu, bugün hatırladık Burcu'yla. Annemlerin evinin üst kısmında yürüdüğümüzü yazmıştım ya; o yürüyüşün sonlarına doğru birkaç köylüyle karşılaştık, keçileri dolaştırıyorlardı; ilginç dakikalar geçirdik onlarla. Adam, Burcu'yla aramızda bi'şey olup olmadığını İngilizce'sini de kullanarak "friend or wife?" ("arkadaş mı, eş mi?") dedi; "arkadaş, arkadaş" da desem inanamadı bir türlü. "Why?" ("Neden?") diye sordu; adamı tatmin edecek bi cevap veremedim ki 2-3 kere daha aynı şeyi sordu ((:
3 de kadın vardı grupta; adamın da eşi olan teyze, Burcu'nun bekar olduğunu ve köyde yaşadığını duyunca, "Ah benim oğlan da geçen sene evlendi; tüh ne güzel olurmuş daha önce karşılaşsaydık. Siz hayvanları çıkarırdınız, ben evde yemek yapardım." diye dövündü de dövündü. Pek sevdi Burcu'yu birdenbire... Geliniyle çok iyi anlaşamıyo heralde ((:
Salı günü (dün değil bi öncekisi) öğlene doğru Burcu'yu aldım otogardan; Cumartesi sabahına kadar pek güzel vakit geçirdik. Bolca yürüyüş, uzun ve güzel kahvaltılar, yemekler, bir kere de denize girerek geçti. Deniz henüz soğuk bayağı; bir de pek dalgalıydı, çok yüzemedik. Hatta ben bir şekilde girmeyi başardığım sıralarda Burcu boğulma tehlikesi atlatmış, haberim yok. Neyse ki boğulmadı; başıma bi sürü iş çıkardı valla! ((:
Yürüyüşler çok güzeldi. Annemlerin evinin hemen üst kısmındaki dağda tepede yürüdük ilk gün, ki yıllardır orada yürümek aklıma bile gelmemişti. Likya Yolu'na yürüyüşe gideceğim, doğada yürümeyi pek seviyorum ama burnumun dibinde de yürüyebileceğim yerler var, akıledemiyorum. Sonra bir gün, şehir yürüyüşü tadında yürüdük epey bi... Bir gün de Alanya Kalesi'nin bir yerinden tırmandık, bilmeden orman-tepe yürürken Kale'de bulduk kendimizi, sonra da yine ara yollardan tekrar aşağı yürüdük...
Alanya'da epeydir böyle hareketli vakit geçirmemiştim, pek iyi geldi. Bol sohbet, yürüyüş, deniz, yeme-içme...
Yok yok yazamıyorum. Burada durayım şimdik...
13 Nisan eklemesi: Ya çok eğlendiğim bi'şey olmuştu, bugün hatırladık Burcu'yla. Annemlerin evinin üst kısmında yürüdüğümüzü yazmıştım ya; o yürüyüşün sonlarına doğru birkaç köylüyle karşılaştık, keçileri dolaştırıyorlardı; ilginç dakikalar geçirdik onlarla. Adam, Burcu'yla aramızda bi'şey olup olmadığını İngilizce'sini de kullanarak "friend or wife?" ("arkadaş mı, eş mi?") dedi; "arkadaş, arkadaş" da desem inanamadı bir türlü. "Why?" ("Neden?") diye sordu; adamı tatmin edecek bi cevap veremedim ki 2-3 kere daha aynı şeyi sordu ((:
3 de kadın vardı grupta; adamın da eşi olan teyze, Burcu'nun bekar olduğunu ve köyde yaşadığını duyunca, "Ah benim oğlan da geçen sene evlendi; tüh ne güzel olurmuş daha önce karşılaşsaydık. Siz hayvanları çıkarırdınız, ben evde yemek yapardım." diye dövündü de dövündü. Pek sevdi Burcu'yu birdenbire... Geliniyle çok iyi anlaşamıyo heralde ((:
1 Nisan 2013 Pazartesi
çok iyi hissetmece!!!
Alanya'da hava çok sıcak, özellikle 2 gündür... 25 derece civarlarında; dün koşarken, denize giren insan sayısının epey arttığını gördüm. Yaşasın ki, yarın Burcu geliyo ve deniz sezonunu açacağız.
Çok güzel bir hafta geçirdim. Gerçekten de keyif durumumun iyiden iyiye tavan yaptığı günler. Yine hep evdeyim; 8 günde 3 kere koşmaya, 1 kere alışverişe, 1 kere de annemle hastaneye gittim. (Yok yok, çok mühim bi'şeyi yok, merak etmeyin.) Yazı yazdım, kitap* okudum, hayatımda ilk kez gönüllü editörlük işi yaptım. 'Active Hope' adlı kitabın son okumasını yaptım ve düzeltmelerimle birlikte dün Ayşe'ye yolladım. Kitap süper bu arada, okurken sürekli heyecan içindeydim. Basıldığında çokça duyuracağım; özellikle değişim için, dünya için kafa patlatanlara, emek verenlere pek faydalı olacağını düşünüyorum. Çok heyecanlı!
Keyif durumumun tavan olma nedeni de, kendimi iyice bırakmış olmam ve artık iyice rahatlamam. Tam bir akış hali... Gelecekle ilgili endişelerimin iyiden iyiye yok olma hali (ki bu ay işsizlik maaşım da bitti)... Özellikle de Armağan Ekonomisi Atölyeleri'nden sonra, iyiden iyiye güvende hissetmeye başladım. Bir sürü topluluğun parçası olmak, bir sürü harekete, kişiye destek olmaya çalışmak, şu anda verebileceğim her ne varsa vermek çok iyi hissettiriyor. Ve atölyelerde de hep konuşuyoruz, bu 'verme', 'paylaşma', 'ilişki kurma' işi, aslında aynı zamanda sigortamız. Kurduğumuz her ilişki, belki de en önemli olan şey olan 'sosyal sermaye'yi oluşturuyor. Bu konuda çok zenginleştiğimi hissediyorum.
Ben tek başıma ayakta durabilmek istemiyorum; ben kendi kendine yetebilen biri olmak istemiyorum; bu yanılsamalara inanmıyorum ve böyle bir şey mümkün de değil zaten; ben topluluk(lar) içinde var olmak istiyorum; elimden geldiğince, her neyim varsa paylaşmak istiyorum; ihtiyacım olduğunda da korkmadan, çekinmeden istemek, almak istiyorum.
Ohh, çok iyi geldi bunları yazmak!!!
* Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar'ını okudum nihayet. 1-2 sene önce de 'Tehlikeli Oyunlar'ı okumuştum. Tam giremiyorum ben Oğuz Atay'ın kafasına; zaman zaman sıkılıyorum bile okurken, itiraf edeyim. Çok değişik ama; bi'şeyler de kitapları yarıda bırakmamı engelliyo. Birileriyle konuşmak isterdim bu kitaplarla ilgili.
Çok güzel bir hafta geçirdim. Gerçekten de keyif durumumun iyiden iyiye tavan yaptığı günler. Yine hep evdeyim; 8 günde 3 kere koşmaya, 1 kere alışverişe, 1 kere de annemle hastaneye gittim. (Yok yok, çok mühim bi'şeyi yok, merak etmeyin.) Yazı yazdım, kitap* okudum, hayatımda ilk kez gönüllü editörlük işi yaptım. 'Active Hope' adlı kitabın son okumasını yaptım ve düzeltmelerimle birlikte dün Ayşe'ye yolladım. Kitap süper bu arada, okurken sürekli heyecan içindeydim. Basıldığında çokça duyuracağım; özellikle değişim için, dünya için kafa patlatanlara, emek verenlere pek faydalı olacağını düşünüyorum. Çok heyecanlı!
Keyif durumumun tavan olma nedeni de, kendimi iyice bırakmış olmam ve artık iyice rahatlamam. Tam bir akış hali... Gelecekle ilgili endişelerimin iyiden iyiye yok olma hali (ki bu ay işsizlik maaşım da bitti)... Özellikle de Armağan Ekonomisi Atölyeleri'nden sonra, iyiden iyiye güvende hissetmeye başladım. Bir sürü topluluğun parçası olmak, bir sürü harekete, kişiye destek olmaya çalışmak, şu anda verebileceğim her ne varsa vermek çok iyi hissettiriyor. Ve atölyelerde de hep konuşuyoruz, bu 'verme', 'paylaşma', 'ilişki kurma' işi, aslında aynı zamanda sigortamız. Kurduğumuz her ilişki, belki de en önemli olan şey olan 'sosyal sermaye'yi oluşturuyor. Bu konuda çok zenginleştiğimi hissediyorum.
Ben tek başıma ayakta durabilmek istemiyorum; ben kendi kendine yetebilen biri olmak istemiyorum; bu yanılsamalara inanmıyorum ve böyle bir şey mümkün de değil zaten; ben topluluk(lar) içinde var olmak istiyorum; elimden geldiğince, her neyim varsa paylaşmak istiyorum; ihtiyacım olduğunda da korkmadan, çekinmeden istemek, almak istiyorum.
Ohh, çok iyi geldi bunları yazmak!!!
* Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar'ını okudum nihayet. 1-2 sene önce de 'Tehlikeli Oyunlar'ı okumuştum. Tam giremiyorum ben Oğuz Atay'ın kafasına; zaman zaman sıkılıyorum bile okurken, itiraf edeyim. Çok değişik ama; bi'şeyler de kitapları yarıda bırakmamı engelliyo. Birileriyle konuşmak isterdim bu kitaplarla ilgili.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)