7 Haziran 2014 Cumartesi

göçebe günler'in -galiba- sonu ve son yazısı...

Hemen söyleyeyim: 3 Eylül 2012’den beri süregelen göçebe yaşamım 27 Mayıs 2014 itibariyle, yani 633 günün sonunda son buldu. Hem de bir taşla çok sayıda kuş vurarak (bu deyim de pek sıkıntılı aslında ya…): Öncelikle; evsizlik, odasızlık, eşyalarımın yurdun dört bir yanına dağılmış olması gibi durumların beni artık yormuş olması sonucunda “evim” diyebileceğim belirli bir yere ihtiyacım vardı artık ve bu ihtiyacım giderilmiş durumda. Şimdi, zaten çok az miktarda olan eşyaları buraya toparlama zamanı. İkinci olarak, bu 633 günün başında aklımın ucundan bile geçmeyen bir konu olan kırsalda, doğayla iç içe yaşama düşüncesinin bu süreç içerisinde içimde ciddi bir şekilde kök salmış olması sonrasında, şu anda ormanın içinde, görüş ve yürüyüş alanımın içinde deniz ve dağların olmasıyla bu isteğimin de karşılanıyor olması. Üçüncüsü ise, yine bir süredir bir topluluk içinde yaşamak istiyor ve şu anda tam da böyle bir “şey”in içine düşmüş olmam!

Bütün bu güzellikler Muğla’nın Köyceğiz ilçesine bağlı olan Çandır Köyü’ne (gudubet büyük şehir yasası ile kağıt üstünde mahalle olarak geçiyor artık) yerleşmiş olmamdan kaynaklanıyor. Begüm’ün çağrısı ile geldim buraya (yani Begüm’ün evine) ve dokuz gündür burada yaşıyorum. Birkaç aydır burada yaşayan Bülent’in yanı sıra yarın bize katılacak olan Burcu’yla birlikte ekip tamamlanmış olacak. Bu dörtlü; birlikte yaşamayı, topluluk olmayı deneyimleyeceğiz.

Burası bir köy evi, kocaman bir bahçesi falan da var ama bir şeyler yetiştirmek için sınırlı toprağımız var şimdilik. Evin arkasında iki günde ufak bir bahçe oluşturuverdik Bülent’le ve biraz yeşillik, biraz da biber, domates, kabak vs. ektik-diktik; bakalım hangileri yüzümüzü güldürecek.

Bunun dışında evin önü açıklık ve karşıda dağları, ağaçların arasından da denizi görüyoruz. Her bir yanımız ağaçlarla, ormanla kaplı. Komşumuz Güllü Abla’dan yumurta, süt gibi ihtiyaçlarımızı karşılıyor, yoğurdumuzu yapıyoruz. Yakın gelecekte peynir de yapmaya başlarım diye düşünüyorum. Bu arada ekşi mayalı ekmeğe de giriştim tabii hemen.

Köyden diğer kişilerle de tanışıyorum yavaş yavaş. Çok güzel insanlar hepsi… Bir gün birisi kabak getiriyor, öbür gün bir diğeri domates veriyor, diğer bir gün ise birinin bahçesine dut yemeye gidiyoruz…

Yakın gelecekte yaşamak istediğim yer buradan çok farklı bir yer değil. Sadece daha fazla ekip biçebileceğimiz ve mümkün mertebe tüm gıda ihtiyacımızı karşılama şansı bulacağımız, bir sürü de meyve ağacı dikebileceğimiz bir alan olsa, bir de suya erişim kolay olsa yeter, başka bir şeyde gözüm yok.

Aynı şekilde topluluk olma anlamında da bunun ötesinde bir beklentim yok. Üçümüzün çok güzel bir uyum yakaladığını görüyorum, işler kendi akışında akıp gidiyor, kimi zaman biri daha fazla sorumluluk alıyor, diğer bir zaman bir başkası… Her türlü konuda ortak karar alarak, birbirimize danışarak ilerliyoruz… Kimse kimseden bir şey yapmasını beklemiyor, bununla birlikte yapılası her şey ahenkle halloluyor. Burcu da gelince bu ahengimizin daha da güzelleşeceğinden eminim. Ayrıca para-pul konuları, ortak kasa oluşturma vs. konularda da konuştuk biraz ama bunları Burcusuz karara bağlamak istemediğimiz için askıya aldık, bekliyor.

Dedim ya topluluk olma anlamında başka bir beklentim yok, hayal ettiğim gibi bir oluşuma doğru gittiğimizi hissediyorum hâlihazırda. Ha bir tek, daha çok ekip biçtiğimiz, daha fazla işbölümü vs. gerektiren bir yerde yaşamaya başladığımız zaman topluluk nüfusunun artmasını isterim sanırım; hem işlerin daha kolayca hallolması hem de daha fazla sosyalleşme şansı sağlaması için. O zaman iyice tadından yenmez herhalde…

Durumlar böyle işte. Seyahatlere, otostoplara son verecek değilim tabii ama artık bi’ evim var, dolayısıyla göçebe günler de son bulmuş oluyor sanki. Bu durumda belki de –ve galiba– bu blogun son yazısı* olmuş oluyor bu. Vay bee!

Bu yolculuğumu takip eden, merak eden, ilham, destek veren herkese sonsuz teşekkür!


* Bu blogun son yazısı muhtemelen ama yön değiştiren hayatımda olan biteni yazmaya devam etmek istiyorum. Hatta şu anda deneyimlediğim(iz) topluluk yaşamındaki tecrübelerimizi paylaşacağımız yeni bir blog açmayı konuşuyoruz. Yakında kokusu çıkar. ((:

8 Mayıs 2014 Perşembe

Flora, şenlikli günler, Hızır Reis...

Son yazıdan devam...

Kaş'ta ekipten ayrıldıktan sonra otostop çekmeye başladım. Hedefim ya Alanya'ya varmaktı ya da Flora'ya. Yani otostoptaki şans durumuna göre... Daha önce olduğu gibi yine zorlandım Kaş çıkışında. Bir buçuk saate yakın bekledikten sonra Mustafa Abi durdu ve Demre'ye kadar yavaş yavaş gittik beraber. O kadar acayip bir adamdı ki kelimelerim kifayetsiz kalacağı ve anlatamayacağım için üzülüyorum. Diğerleri gibi o da çok fazla soru sordu ve çok fazla şaşırdı, ağzımdan çıkan her kelimeye... Ama tepkileri ve yorumları çok komikti. "Yani Emre sen beni öyle bir hale koydun ki şimdi, bilmiyom..." , "Emre, sorularım sana garip geliyor olabilir ama senin cevapların da o kadar değişik geliyor ki bana, çok değişik düşünceler giriyo içime...", "Şimdi Emre, gelsem yanına, gezsem seninle dağ tepe... Olmaz ki, nasıl gezecem bu koca çantayla..." gibi gibi cümleler. Ama işte tonlaması ve genel hali ile birleşince, poff...

Sonra bi' çocuk beni 8-10 km öteye götürdü. Tam viraj ağzında, araçların beni zor göreceği bir yerde bıraktı ama Kalkan'da yaşayan Onur'la Nurçin hemen imdadıma yetiştiler. Tabii bu arada neredeyse akşam olduğu için ben çoktan Alanya planını sonraya bırakmıştım ve rotayı Flora olarak kesinleştirmiştim. Sonra olmayacak şey oldu, Onurların Alanya'ya gitme ihtimali varmış meğer (zira Demre'den doğrudan Alanya'ya giden bir araç bulma ihtimali benim kurumsal bir firmada çalışma ihtimalimden bile düşük). Gelecek olan bir habere göre ya Alanya'ya gideceklerdi veya Antalya'ya... Her halükarda Flora'ya ulaşmayı garantilemiştim, bununla birlikte "bu bir işaret!" diye düşünüp  Alanya'ya devam ederlerse onlarla gitmeye karar vermek üzereydim. Sonra Alanya işi olmadı ve ben Flora'ya sapan yolda indim, muhteşem orman yoluna saptım ve ilk gördüğüm günden beri "masaldan fırlamış bir yer" olarak tanımladığım hayata koştum.

Gittiğimde harıl harıl çalışıyordu insanlar (Selahattin, Ayşe, Ilgın, Serhat, -yeni tanıştığım ve taze istifacı- Atakan), sandalye tamiri, yeni duş-tuvaletlerin son rötuşları, yemek vs... Pek bir şeyin ucundan tutacak halim yoktu, hava kararmadan Bonustepe'ye (çok görülesi bir yer, çoook) çadırımı attım. Sonra da yemek, muhabbet... Çenem de nasıl düşüktü o akşam, anlattım da anlattım bir sürü. Enerjim bana fazla geldi o gün, fiziksel yorgunluğuma rağmen. Ha bir de akşam Atilla da katıldı aramıza, Likya yürüyüş grubundan...

Ertesi gün bir sürü iş kotardık akşam üstüne kadar. Güzel bir kahvaltı sonrasında, önce Atilla ve Atakan'la, Flora'ya çıkan yolda derenin içinden geçen yolu güçlendirme çalışması yaptık, süper de bir ekip olduk. Sonra çalı çırpı vs. topladık, biraz odun kestik... Derken akşam üstü ekmek yoğurdum, ki çok özlemiştim bunu. Kaç haftadır sabit bir ev hayatından uzak olunca ekmeğimi yapamaz olmuştum. Ekmek sonrasında ise 7-8 günlük aradan sonra ilk kez internete girdim, facebook yazışmaları, e-postalar, Hayatı "Kut"layalım etkinliği ile ilgili işler, yazışmalar derken enerjim çekildi sanki. Ne de iyi gelmiş meğer bana, online olmama halleri.

Ha bir de ertesi gün işbaşı yapacağından mütevellit, Atilla'nın içi çok buruk ve hiç istemeyerek Antalya'ya yola düşmesi beni pek üzdü, paylaşmadan geçmeyeyim. Zaten bir süredir beni başkaları adına üzen şeyler hep bu minvalde. Hastalık, ölüm vs. bile olunca çok takılmıyorum, "hayatın getirdiği şeyler" olarak bakabiliyorum da insanların sistemdeki sıkışıp kalma halleri fena yapıyor beni. Yine de üstüme almamam lazım tabii, bilmiyor değilim.

O gün öylece geçti ve Cumartesi günü İkinci Geleneksel Flora Bahar Şenliği başladı. 3 Mayıs'ta başlayıp 6 Mayıs'ta hıdrellezde son bulacak etkinliğin kapıları herkese açıktı. Cumartesi, Pazar ve benim ayrıldığım Pazartesi öğlenine kadar kimler kimler geldi... Muhabbetler, şarkılar, doğaçlama müzik yapmalar (kaç yıl sonra ilk kez davul çaldım, pıfff) vs. derken paldır küldür geçti birkaç gün. Bense internet sonrasındaki düşük enerjili modda devam ettim. Ama biliyorum artık kendimi, ortam kalabalıklaştıkça ben yavaşlıyorum ve kapanıyorum, kişi sayısı azaldığında ise ters orantılı olarak enerjim yükseliyor. Öyle bir hallerdeyim işte 1,5 yıldır. Neyse efen'im, son gece (yani benim son gecemde) güzel bir çember yaptık, o iyi geldi mesela. Tek bir kişinin konuştuğu, kalanların onu dinlediği, aynı anda üç beş konuşmanın dönmediği sakin bir ortam... Seviyorum bu çember kafasını... ((: Ondandır "Hayatı 'Kut'layalım" adı altındaki etkinliklere üst üste el atma nedenim. Dün facebook'a şöyle bir şey yazdım hatta: "benden duymuş olmayın ama dünyayı çemberler kurtaracak." Geometrik olarak da çoğalıyoruz valla, bakalım sonu nereye gidecek bu işin... ((:

Derken derken Pazartesi günü kendimi iyice yorulmuş hissettim ve tam da Hıdrellez gecesi olmasına ve toplaşmanın bir nedeninin de bu geceyi birlikte kutlamak olmasına rağmen içimin sesini dinledim ve Alanya'ya doğru yola düştüm.

Ana yola çıktıktan kısa bir süre sonra biri durdu (adını unuttum şimdi). Şansıma hava alanına kadar gidiyordu ve bu demek oluyordu ki Alanya yoluna çıkmış olacaktım. Büyük şans! Gerçi büyük bir de şanssızlık başımıza gelebilirdi ama erkenden fark ettim neyse ki: Adam resmen ayakta uyuyor ve arabayı da bi' tuhaf kullanıyordu. Dedim "çek abi sağa, ben kullanayım, senin gözler gidiyo.". Bir iki kem küm etse de itiraz etmedi ve yerleri değiştirdik. ((: Zaten "olmaz" deseydi inerdim, neme lazım... Hava alanı sapağına kadar gittik, sonra ben otostopa devam ettim, o uçağına yetişti. Orada Cuma aldı beni ve Belek sapağına kadar götürdü, oradan da Harun ile Konya yolu ayrımına kadar devam ettim. Harun Manavgat'ta tantuni ısmarlamak için çok ısrar etti ama Flora'da Ayşe'nin yemekleri o kadar mükemmeldi ve 2 saat önce o kadar çok yemiştim ki reddetmek durumunda kaldım bu güzel teklifi. Son 50 km'yi ise kararmaya başlayan hava ve yağmur nedeniyle otobüsle geldim ve eve ulaştım.

3 günden biraz kısa bir süredir Alanya'dayım. Evin her zamanki sakinleri olan annem ve Emir abinin yanı sıra Emir abinin annesi Fatma anne de burada bir süredir. Tatlı tatlı sohbetleşiyoruz ama bugün biraz kötü hissediyormuş, odadan çıkmıyor pek. Ben her zamanki gibi hep evdeyim, bu sefer kitap da okumuyorum (biraz Kutsal Ekonomi'ye baktım sadece), sadece OT - Mayıs sayısını... Bir de internette epey vakit geçiriyorum, hem biriken yazışmalar hem etkinliğin işleri vs...

Haa, bir de şöyle bir durum var korkarım, Hıdrellez için dilekler yazıp ağaca asmışlar burada ama Fatma anne kendi kafasına göre bir şeyler istemiş Hızır Aleyhisselam'dan ((: "hayırlı bir evlilik" falan istemiş, töbeler olsun... ((:

Durumlar böyle şimdilik. Cumartesi yine yola düşüyorum... Antalya ahalisi ile görüşüp Pazartesi falan İzmir'e geçeceğim... Sonra yine hayatı kutlayıp tekrar yollar, şunlar-bunlar...

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Üçüncü Likya Yolu seferi

Kaldığım yerden devam...

Son yazmış olduğum gün, SGK'ya gidip Genel Sağlık Sigorta'mı başlattım* ve bunca aylık ihmalimi sona erdirmiş oldum. Çok ihtiyacım olacağını düşündüğümden değil de biraz da bu sigortanın zorunlu olmasından yaptım bu işleri. Sonrasında Likya yolu yürüyüşü için birkaç parça al-ver (kamp tüpü, kuruyemiş, bir-iki konserve vs.) yaptım ve ertesi gün yola çıkmaya hazırdım.

25 Nisan Cuma günü saat 10'a doğru Burak'ın beni Çeşme otoyolunun Seferihisar gişelerine bırakmasıyla başladı yolculuğum. Önce iki abi ile Üçkuyular'a, sonra bir başkasıyla Aydın sapağına kadar ulaştım hızlıca. Bu ikincisiyle kısa sürede epey muhabbet etme şansımız oldu. Kendime biçtiğim misyonum gereği çokça virüs bulaştırmaya çalıştım ona. Sahil kasabasına yerleşme hayallerinden bahsetti, gerçekten isterse yapabileceğine ikna etmeye çalıştım. Çok şeker bir adamdı ama ikna olmadı sanırım. ((: "Hayatın gerçekleri, zorlukları" falan... Sonrasında Şirince'ye giden bir çiftle Selçuk ayrımına kadar ulaştım ve orada Harun aldı beni. Harun, Alaçatı Ev Kurabiyecisi markasını kuran kişi (büyük marketlerde falan satılıyor hep). Henüz 27 yaşında ama, adam bildiğin fabrika sahibi. Çok çok güzel geçti onunla yolculuk. Ben anlattım, o anlattı... Ona da epey virüs bulaştırdım ve onda bir miktar tesir göstereceğini sanıyorum. ((: Flora'daki şenliğe falan da davet ettim hatta; o an çok istemişti, hatta yanımda telefonda eşiyle bile paylaştı ama gelemediler. Bu arada Harun işle ilgili bir durum için Bodrum'a gidiyordu. Benim normal güzergahım Aydın-Muğla diye devam ediyor ama yolu biraz uzatma pahasına (belki 50 km. kadar) onunla Milas'a kadar devam ettim. Hem oradan otostop daha kolay olurdu ve epey bir yolu tek araçla katetmiş olurdum, hem de muhabbet pek keyifliydi.

Sonrasında Kaan aldı beni ve Marmaris sapağına kadar attı; oradan da avukat Atıl, Köyceğiz'e kadar... Buraya kadar o kadar şanslı ilerledim ki en çok beklediğim yerde 10 dakika bile beklemedim. Hayatımın en şanslı otostopu olarak devam etti belki de... Köyceğiz'de ise fena takıldım, neredeyse 1,5 saat dikildikten sonra işler yine açıldı ve üç tane genç arkadaşla Fethiye girişine, oradan Ali Abi ile Fethiye çıkışına kadar devam ettim. Sonrasında da birkaç aktarma daha yaparak 18:15'te Patara kavşağına, 18:40'ta ise Patara'ya, Camel Camping'e ulaştım. Geçtiğimiz yıl Likya Yolu yürüyüşü sırasında iki gece kalmıştık burada ve çok beğenmiştik. Güzel bir buluşma noktası olduğu için de yürüyüş için buluşma noktası olarak burayı belirlemiştik. Yenilikler de vardı şimdi, geçen yıl bomboş olan bölgeye bu yıl bungalov falan da koymuşlar. Çadırla kalmak yine ücretsiz, ohh... Ferhat askere gitmiş ama Mehmet vardı bu sefer ve o da pek iyiydi. Akşam biraz Patara'da dolanıp bir şeyler yiyip içtikten sonra yattım. Yatmadan önce ses kayıt cihazına "Bugün inanılmaz iyi ve keyifli hissediyorum kendimi." demişim bu arada, şimdi dinledim de...

Ertesi gün (Cumartesi) yürüyüş yoldaşlarım Nihan, Betül ve Atilla gelecekti ve geldiler. Gündüz Kınık taraflarında buluşup yürüyüş rotamızın gerisinde kalan Xanthos ve Letoon'u gezdiler (ben üşendiğim için gitmedim ama Patara antik kentinde dolandım biraz) ve akşam Camel'da buluştuk.



Yedik, içtik, tanıştık vs. derken yattık kalktık Pazar oldu ve yürüyüşümüz başladı. Önce dördümüz Patara antik kentini dolaştık,
sonra Kalkan'a doğru yola koyulduk. Serin denebilecek bir havada çok konforlu bir yürüyüş sonrasında akşama doğru Kalkan'a vardık. Çok rüzgarlı ve kapalı bir gündü ama gün içinde yağmadı yağmur. Yağmadı da ne oldu, gece coştu. Sahilin hemen üstündeki parka kurduğumuz çadırlarda hop oturduk hop kalktık. Gök gürültüleri, sağanak yağmur, kuvvetli rüzgar... Çadırlar ha uçtu ha uçacak, ha yırtıldılar derken sakinledi neyse ki ve güneşli, prıl pırıl bir sabaha uyandık.

(Kalkan'da çadır attığımız muhteşem yer)


İkinci günkü rotamız Kalkan-Bezirgan idi. Bezirgan'ı geçen yılki yürüyüşte çok beğenmiştim, yine çok beğendim ((: Çok çıkışlı, dik tırmanışlı ama uzun olmayan bir rota... Bezirgan'da karşılaştığımız Hacı Ali Abi'nin davetiyle onun evinde yedik-içtik, yemeğimizi yaptık, çay demledik... Sonra gittik, cami imamıyla konuştuk ve camide üst katta yattık. (Geçen yıl da Gökçeören'de cami imamı camide kalabileceğimizi söylediğinde çok şaşırmıştım. Şimdi şaşırma sırası Atilla ve Nihan'daydı, Betül ilahiyat okuduğu için bunun normal bir uygulama olduğunu biliyormuş tabii.) Çadır vs. uğraşma derdimiz olmadı böylece.

camide sabah...


Yattık, kalktık, camide yogamızı yaptık ve Gökçeören'e doğru yola çıktık. Bir-iki mini kaybolma sonrasında yolumuzu bulduk ve 20 km yürüdüğümüz yolun sonunda epey yorularak Gökçeören'e vardık. Geçen yıl olduğu gibi yine pansiyoncu Hüseyin'de çok güzel yemekler yedik, yine camide kaldık... Bu arada çadırları taşımasaymışız olurmuş valla, bir tek Patara ve Kalkan'da çadırda kaldık...

Gökçeören'deki caminin bahçesindeki                                                   muhteşem çınar!


Ve ertesi günkü rotamız Kaş yakınlarındaki Çukurbağ idi ve hem en uzun hem de en maceralı günümüze başladık. Toplam mesafenin 25 km.ye yaklaştığı ama aşırı keyifli bir etap bu. Yalnız bir ara yağmur başlayınca yağmurluklarla devam etmek, artınca da bir ağacın altına sığınmak zorunda kaldık. Sonrasında durdu ve devam ettik, terk edilmiş bir çoban kulübesinin önünde yemeklerimiz yedik; tam yola çıkarken yine bastırdı, hem ne bastırmak! Doluya bile döndü bir ara, bekledik de bekledik. Daha epey de yolumuz vardı ve hava kararana kadar Çukurbağ'a varmamız zor göründüğü için geceyi orada geçirmeye karar vermek üzereydik. (Bu arada ben şakayla karışık olağanüstü hal falan ilan ettim, çok güldüler bana ama çok az yiyeceğimiz vardı ve kalsaydık gerçekten de çok dikkatli olmamız lazımdı. Neyse, gençler eğlensin de...)

Bahsi geçen barınağımız ((:


Derken yağmur durdu, hava hafiften aydınlandı ve tekrar yağmayacağına kanaat getirerek -ve daha da çok, umarak- devam ettik. Varabilmek için epey artırdığımız tempomuz sayesinde hava kararmak üzereyken Çukurbağ'a varmayı başardık neyse ki. Bu arada Betül bileğini burktu ve son bir km.de epey zorlandı maalesef. Artık alıştık ya, Çukurbağ'da bulunan üç camiden birinde kalırız diye düşünüyorduk ama sonra -yine geçen yürüyüşte tanıştığım- dünya tatlısı Cemal Dede'nin pansiyonuna kafamızı uzattık, iki sohbet ettik ve sonrasında dedenin yanında çalışan Fatma ablayla tanıştık ve çok yorgun ve ıslak olduğumuz için -cüzi bir fiyat karşılığında- onun evinde kaldık. Yemek yedik, çayımızı içtik, yattık-kalktık, kahvaltı...

 (evdeki odamız)


Her zamanki gibi sabah oldu. (ne komik) Günlerden de Perşembe... O gün yürüyüşü bitirmeye karar vermiştik, zira hem çok yorulduk hem Betül'ün bileği çok iyi değildi hem de Atilla ve Nihan'ın iş-güç-okul programları daha fazlasına pek izin vermiyordu. Kahvaltıdan sonra Betül'ü -birkaç saat sonra buluşmak üzere- dolmuşla Kaş'a uğurladık, biz de yürüyerek inecektik son günümüzde. Daha Çukurbağ'dan çıkmadan kandil hasebiyle "pişi" kızartan Gülsüm ablanın evinin yanından geçerken ona "kolay gelsin" dememizle bahçesinde pişileri hüpletmeye başlamamız arasında sadece birkaç saniye geçti.
Yedik, devam ettik, Kaş'ın ve karşıdaki Meis'in manzarasını içimize çektikten sonra aşağı indik ve o gün öğleden sonra yürüyüşümüz tamamlanmış oldu.
(bunu ben çektim, diğer fotoğraflar -burada    görünen- Atilla Gökhan Duruhan'dan)


Ha bu arada tam biz indiğimizde Betül'ün de otobüsü oradan geçiyordu. Deli kız bizi görüp arabayı durdurdu, iki sarıldık-vedalaştık, Konya'ya doğru yoluna devam etti.

Aşağıda biraz sohbetledikten ve nefeslendikten sonra bizim de yollarımız ayrıldı. Nihan bir iki gün o taraflarda takılacaktı, Atilla gündüz Nihan'la takıldıktan sonra akşam Flora'ya geçecekti, bense otostoptaki şans durumuna göre Flora'ya gidecek ya da Alanya'ya devam edecektim. Buradan sonrasını ise bir sonraki yazıya bırakayım. Yoruldum zaten...

* Kurumsal hayattan çıkan/çıkmak isteyen, çalışmayan, kırsalda yaşamak isteyen vb. kişilere çevreden gelen en yoğun saldırı belki de hastalık durumunda ne olacağı sorusu. Valla resmi bir geliriniz yoksa bir başvuru yapıyorsunuz ve devlet, genel sağlık sigortası priminizi ödüyor. Ben yaptım, oradan biliyorum. Bilgi ihtiyacı olan varsa itina ile yardımcı olunur.




24 Nisan 2014 Perşembe

Hayatı "Kut"ladık

Nerde kalmıştık... Geçtiğimiz Çarşamba İzmir'e geldim ve Özgür'ün evinde Özgür ve Burcu ile buluştum. Yorucu ve süper keyifli günler başladı böylece; malum, hafta sonu hayatı "kut"layacaktık...

Çarşamba akşamı, Perşembe, Cuma boyunca hafta sonu etkinliğine hazırlanarak geçti. Bol hisbakışlı (jam'deki check-in'e de güzel bir karşılık mı bulduk ne); etkinlik, oyun vs. önerilerinin havada uçuştuğu günlerden sonra Cuma akşamüstüne doğru Şirince'ye, Tiyatro Medresesi'ne ulaştık.

Medrese de, Medrese'de tanıdığımız insanlar da haddinden fazla güzeldi. Zaten günlerimizin bu kadar güzel geçmesinde önemli bir pay da mekana ve mekanda bulunan Onur ve yemeklerimizi yapan Bircan'a aitti. Cuma akşamı hem mekana ısındık hem de hazırlıklarımızı tamamladık; yattık-kalktık, Cumartesi oldu. Ama ne olmak!.. Sabah acayip bir sağanak yağmur, en yüksek perdeden gök gürültüleriyle uyandık. Mekansal olarak da minik bir sürpriz yaşadık ve gerek kadınların kalacağı koğuşta, gerekse çalışma yapacağımız salonda tavan aktı. Islanan yataklar değiştirildi, çalışma yapacağımız salondan mutfağın da yer aldığı salona taşındık... Bu değişikliğin de olumlu etkileri olmadı değil, çok daha aydınlık ve daha iç açıcı bir ortamda çalışma yapmış olduk. Şikayetçi değiliz yani.

Buluşma saati olan 10:30- 11:00 arasında katılımcılar geldi ve etkinlik başladı. Etkinliğin detaylarına girecek değilim ama gerçekten çok güzel bir 2 gün geçirdik. Aralarda ve Cumartesi gecesi Burcu ve Özgür ile hazırlıklar, çalışmalar, program akışı üzerinde değişiklikler hep devam etti ve epey yorulduk. Ama güzel yorulmak... Bu arada çok güzel ve birbirini tamamlayan bir ekip olduğumuzu düşünüyorum. Bana çok şey kattı bu çalışma. Pazar akşamı etkinlik sona erdiğinde çok kaynaşmış, birbirini çok sevmiş bir topluluk oluverdik; pek de güzel olduk. Özgür ve Burcu ile değerlendirmemizi de yaptık ve etkinlik sona ermiş oldu.

Etkinlik bitti, herkes gitti; Burcu ve ben bir gün daha kaldık orada. Hisbakışlara ve sohbete devam ettik, Onur'la daha çok sohbet etme şansımız oldu; o gün orada bululan Şule, Ege ve Suzan (ve oğulları Ali) ile de vakit geçirme şansımız oldu. Oradaki kişilerle de Medrese'yle de daha yoğun bir bağ kurmuş olduk...

Ertesi sabah kahvaltı, çimlerde yayılma, gelen-gidenle selamlaşma, özellikle -neydi o kızın adı yaa- hah Turna ile sohbet, bize İngilizce şarkılar öğretmesi falan... Bi' de abisi var, Kuzgun...Öğleden sonra bir şeyler atıştırdıktan sonra Onur'u da aldık (ya da o bizi aldı), Şirince'ye gittik. Köyde gezinti, Nişanyan otelini ve bağ evlerini görme, Hodri Meydan Kulesi'ne çıkma, çok yürünesi patikaları fark etme ve burada bir etkinlik daha yapma isteğimizin kabarması...

Akşam üstüne doğru Onur'la vedalaştık ve Şirince çıkışında baş parmaklarımızı kaldırdık. Çok beklemeden orada yaşayan bir kadınla Selçuk'a, oradan bir edebiyat hocasıyla Seferihisar yoluna çıktıktan sonra bir kamyon aldı bizi ve yola koyulduk. Burcu'yu bir süreliğine ikamet ettiği Seferihisar-Doğanbey'de atıp ben Seferihisar'a kadar devam ettim amcayla. Orada otostopa başlamamla Hilal'in karşıma çıkması bir oldu. (Babamın bir arkadaşı, geçtiğimiz aylarda tanışmıştık.) Evlerinin olduğu Çamlı taraflarında indim ve bu sefer dört öğrenciden oluşan "rodtrip" ekibi durdu. Adamlar vizelerin bitmesiyle yola düşüp dört günde 3.000 km yapmışlar; Denizli, Konya, Isparta, Afyon'u arşınlamışlar. "E hep yolda geçmiştir zaman, gittiğiniz yerleri anladınız mı, algılayabildiniz mi?" soruma, "Nokta atış yaptık, gidilmesi gereken yerlere gittik, görülmesi gerekeni gördük, yenmesi gerekeni yedik." şeklinde cevap verdiler.

İzmir'de doğrudan Burak'a geldim yine. Burayı da artık iyice benimsedim zaten... Pazartesi günü öylece geçti. Salı günü akşam üstü Burcu geldi. Muhabbet ederken bir sonraki etkinlik için heyecanlandık falan (bugün-yarın kokusunu alırsınız); sonra Burak da okuldan döndü ve akşam dışarıda yemek yedik, sonra da Alsancak'a gittik. Çay-kurabiye... Yolda giderken de atölyeye gelenlere mesaj attık, belki gelebilenler olur diye. Murat, Sevil ve Özgür geldiler. Ayrıca Özgün ve birkaç arkadaşı da Kordon'daydı, biralarımızı alıp yanlarına gittik. Bir saat falan kalabildik, o sıralarda çok çok mutlu ve enerjik hissettiğimi paylaşasım var. Eski günlerdeki gibi çenemin düştüğünü fark ettim falan...

Oyy, çok uzadı ama bitiyor. Burcu'yu otogara bıraktık ve İstanbul'a yolculadık, eve döndük... Dün de süper ötesi mükellef bir kahvaltıyla güne başlayıp Urla'ya, Umman'a gittik Burak'la. Bildiğiniz (ya da bilmediğiniz) üzere Umman Olimpos'tan yeni taşındı bu taraflara; hatta beraber ev bakmıştık onunla. Evi çok güzel, kendisinin enerjisi acayip yükselmiş, tam kendini bulmuş sanki; kaza geçiren köpeği Çakıl(us) daha iyi ama epey acı çekiyor, kedisi Kum ise dün kendisine kuru mama verilmediği için Umman'a küs idi. Gitmişken Likya yolunda ihtiyaç halinde kullanmak üzere panço yağmurluğunu ve yine su geçirmeyen pantolonunu ödünç aldım ve İzmir'e geçtim. Arjin (Argın'ın yeni adı, tam alışamadım henüz) ile buluştuk, iki laklak ettik ve ondan da çadırını aldım ve eve döndüm. Akşam, yukarıda bahsettiğim ve 1-2 gün içinde kokusunu alacağınız etkinlikle ilgili birkaç detay netleşti bu arada...

Ehh bugün de kalktım, kahvaltı, duş vs. Birazdan SGK'ya gidip genel sağlık sigortamı başlatacağım, sonra yürüyüşle ilgili bir iki alışveriş yapıp döneceğim. Yarın yola düşüyorum, otostopla Patara'ya gidecek ve geçen yıl kaldığımız kamp alanına çadırı atacağım. Cumartesi günü diğer arkadaşlar da gelecek ve Pazar günü Kalkan-Kaş tarafına doğru yürümeye başlayacağız. Oradan Flora'nın bahar şenliğine geçerim, sonra da... Bakalım işte...

22 Nisan 2014 Salı

İtfaiyeci Sam

İlk kez, daha yazıya başlamadan yazının başlığı belli idi: İtfaiyeci Sam

Geçen hafta bugün Antalya'ya doğru yola çıktım. Annemler de Manavgat'a gidiyorlardı zaten, onlarla yola düşüp Manavgat'tan otostopa başladım.

Önce Erzurum-Tortum'lu iki çok genç çocuk (ehliyetleri bile yoktu) aldılar beni ve onlarla Serik'e kadar devam ettim. Otellerden hurda toplayarak geçimlerini sürdürüyorlarmış. Güzel insanlardı...

Sonra tur firmaları ile gelen turistlerin hava alanı - otel transferlerini yapan Ahmet abi Antalya'ya kadar attı beni. Değişik bir adamdı ama detaylara girip rencide etmeyeyim kendisini ((: Kendimden biraz bahsettiğimde, birçok diğer şoför gibi nasihat vermekten imtina etmedi: "Emreeee, Emreeee, olmaz öyle Emreeee, nereye kadar Emreeee..." şeklindeki cümleleri yetmiş sekizinci kez dinlemiş oldum, sayesinde. Bununla birlikte şöyle bir iş imkanından bahsetti ki bir süre çalışmaya karar versem veya -olmaz ya- zorunda kalsam, yapabileceğim bir işe benziyor: Üniversite mezunları -galiba- İşkur'un bir eğitimine katılıp sürücü kurslarında direksiyon eğitmenliği yapabiliyorlarmış ve ayda 1.500 TL falan kazanıyorlarmış. Aklımın bir köşesine yazdım valla, ne olur ne olmaz... ((: Buradan da başka ilgililere duyurmuş olayım.

Antalya'da dünya tatlısı Handan'la buluştum ve bana çok iyi geldi gerçekten. Onunla bir yıl kadar önce, Antalya'da Begüm'le gerçekleştirmiş olduğumuz Armağan Ekonomisi 101 atölyesinde tanışmıştık ve çok kanım ısınmıştı. Hatta söylemiştim ona da, sanki teyzem falanmış gibi hissetmiştim. O günden sonra hiç görememiştim onu, sadece birkaç kez facebook'tan yazışmışlığımız vardı ama o gün birkaç saat sohbet ettik ve çok keyif aldım. Görmek istediğim bir diğer insan olan Yeşim de yarım saat kadar yanımıza uğradı ve onunla da iki çift laf edebildik.

Sonrasında Sametlerin evine bıraktı beni Handan. Samet'le geçen yılki Anadolu Jam'e gidiş yolculuğumda tanışmıştık. Otostop çekiyordum ve beni Alanya'dan Antalya'ya kadar götürmüştü. Yol boyunca hiç susmadan sohbet edince bir anda güzel bir dostluk oluşmuştu ve Antalya'ya yolum düştüğünde mutlaka onlara da gitmemi istemişti Samet, ben de gittim işte. ((: Bu arada Samet psikolojik danışman; sonraki zamanlarda facebook'tan yazıştığımızda hastalarına çokça benden bahsettiğini, beni örnek gösterdiğini falan söylemişti, hatta yine söyledi; hoşuma gitti. ((: Eşi Gülden'le ve tadından yenmeyen oğulları Ömer'le de tanışmış oldum. Ömer, gerçekten acayip tatlı ve canayakın bir çocuk. Kapıdan girmemle oyun oynamaya başlamamız bir oldu ve en çok da "İtfaiyeci Sam" oynadık. Yazılı olarak anlatması da biraz zor ama... Elini kulağına götürüyor ve "alo" diyor, biz de aynını yapıp "itfaiyeci sam?" diyoruz, "hııı" diyor, "yangın mı var? nerde nerde?" diyoruz, bi' yeri göstererek "oğğğda" diyo, "çabuk koş söndür o zaman" diyoruz ve elindeki hortuma benzer oyuncağıyla gidip "pfüfüüffüf" diyerek yangını söndürüyor ve oyun başa sarıyor. Aşırı tatlı, gerçekten...

Bu arada ilk kez otostopta tanıştığım biriyle görüşmüş, hatta evinde kalmış oldum. Çok güzel yemekler yedik, sohbetler ettik derken yattık kalktık, sabah oldu. Kahvaltı sonrası yola düştüm. Beni aşağıya kadar uğurladılar, tam ayrılırken Ömer'in elinden tuttum "sen benimle gel, boşver babayı" dedim ve geldi valla, arkasına bile bakmadı. Samet bu durumu bi' sorgula istersen ((:

Otobüse bindim ve 10:30'da Korkuteli sapağına vardım. Hemen hiç beklemeden iki genç aldı beni. Biri yeni mezun bir inşaat mühendisi, diğeri galiba onunla çalışan bir çocuk. Kamp, Likya yolu, göçebelik, göçebelik durumundaki kız arkadaş durumları ile ilgili epey sordular, tek tek cevapladım hepsini ve hemencecik Korkuteli'ye vardım. Orada da hiç beklemeden Güntekin Abi'nin arabasına bindim ve Denizli'ye kadar gittik. Arada bir işi olduğu için yolu uzatarak Gölhisar'a uğradık ve bu nedenle normalden biraz daha uzun sürdü yol. Ama bu kısım da gayet keyifliydi; ayrıca Gölhisar'ın kavurması meşhurmuş, Güntekin Abi ısmarladı...

Denizli'den şehir çıkışına doğru biraz yürümem gerekti ama sonrasında 10 dk. bile beklemeden Sarayköy'e kadar giden bi' arkadaşın aracına bindim. 35 yaşında ama 17 yaşında evlendiği için liseye giden çocukları falan vardı. Sarayköy'den de Buharkent'e kadar gittim bi' araçla. Onunla daha az sohbet ettik, diğerlerine nazaran. Neyse, Buharkent çıkışında da nerdeyse hiç beklemeden Ertan aldı beni ve İzmir'e kadar geldim onunla. Doktormuş ve bir ilaç firmasında çalışıyormuş, çok seyahat ediyormuş... Epey sohbet ettik, çok sordu o da bana, ben de çok cevapladım bu durumda ((: Ama keyifli bir sohbetti. Hafta sonu gerçekleştireceğimiz etkinliğe de davet ettim ama gelmedi ((:

Akşam 18:30 sularında, toplam 8 saatte İzmir'e varmış oldum böylece. Aradaki 1,5 saatlik zaman kaybına rağmen süper hızlı geldim, hiçbir yerde beklemedim de... Ama normal, çünkü pembe tişört giymiştim. (Furkan'a selam olsun...)

Sonra Burcu ve Özgür'le buluştum ama bu kısımları bir sonraki yazıda anlatayım en iyisi...

14 Nisan 2014 Pazartesi

Bahar hızlı geldi!!

Bir anda hızlandı her şey. Saatlerdir internetten çıkamıyorum, önümüzdeki günlerdeki etkinlikler için organize ve koordine olma halleri ile geçiyor günüm. Kitabım da beni bekliyor orada...

Bu hafta sonu Şirince'de gerçekleştirecek olduğumuz Hayat'ı "Kut"layalım etkinliğinin yazışmaları, paylaşımları bir yandan; bir sonraki hafta -görünen o ki- 6-7 veya daha çok kişi olarak çıkacak olduğumuz Likya Yolu yürüyüşü ile ilgili yazışmalar, programlar diğer yandan... E şimdiden onun sonrasını da düşünmeler (göçebeyim ya, ona göre hangi kıyafetleri yanıma almam lazım, kitap alabilecek miyim vs. bunları hep önceden düşünmek gerekiyo) falan da filan. Saatlerdir çıkamadım bu girdaptan. Yazarsam rahatlayarak sıyrılabileceğimi umut ediyorum.

Likya yürüyüşü sonrası için doğa yürüyüşlerine devam etmeyi, Flora'nın "ikinci geleneksel" bahar şenliğine katılmayı (Ayşe, duyurun hadi artık), belki bir "Hayatı 'Kut'layalım" etkinliği daha yapmayı, bir ara Ankara'ya, bir ara da Güneydoğu'da muhtelif yerlere gitmek istiyorum. Yine dört bir yanım plan-programla çevrildi.

Tüm bunlar bir yana, Aralık'ta toplu alım yaptığım ama birkaçına sıra gelmeyen kitaplar yetmezmiş gibi, geçenlerde 5 kitap daha aldım. Her birini okumayı heyecanla bekliyorum ama ne zaman!!! Bu aralar hayatımda hiç olmadığı kadar okuma aşkıyla doldum ve fena okudum zaten de yollardayken pek zor oluyor işte bu işler...

Ha bir de kitap yazıyorum di mi güya? Onun esamesini bile okuyamıyorum kaç zamandır.

Poff, hiç yetmiyor zaman...

Bu arada Çarşamba akşamı Özgür'de buluşuyoruz ve etkinlik için son hazırlıklara girişiyoruz. Ben tercihen yarın yola çıkıp bir gün Antalya'da kalıp ertesi gün İzmir'e geçmek istiyorum. Antalya'da görmeyi çok istediğim 2 arkadaşa yazdım ama henüz iletimi görmedikleri için programım netleşemedi.

Eh Alanya'daki günlerse aynı... Arada yürüyüşe çıktım, çokça okudum-düşündüm-yazdım.

Ha bir de genel sağlık sigortası için hiç prim ödemeyeceğimi öğrendim ve pek sevindim. Devleti gelirsiz olduğuma ikna etmişim demek ki.

İşte böyle... Sustum...

5 Nisan 2014 Cumartesi

dön-dolaş, Alanya

Uzun zaman sonra ilk kez Alanya'dan yazıyorum. Son yazdığımdan beri -ki son iki yazıyı sosyal medyada paylaşmamıştım, çoğunuz okumamışsınızdır- epey bir şey oldu. Özetleyelim...

Genel sağlık sigortası için görevli geldi, mini görüşmemizi gerçekleştirdik ve sonrasında özgür kaldım, evde bekleme zorunluluğum sona erdi. Sonucu ise belediyeden hala öğrenemedim bu arada. Hemen o gün Seferihisar'a Burcu ve ustasının (Ayfer) yanına gittim. Bu arada Burcu'nun çıraklık maceralarını takip için lütfen buradan yakınız. 1 hafta boyunca Burcu ve Ayfer'le, -hatta ilk 2-3 gün Ayfer'in kardeşleri, annesi vs ile, yani kocaman bir güruh ile- takıldık.

Sonra seçimlerden hemen önceki Cuma günü İzmir'e Burak'ın evine geçtik. Ertesi gün, bir yıldır merak edegeldiğim Veysi Özdemir'i ziyaret edecektik. Veysi, Bayındır'ın bir köyünde, dağ başında bir başına yaşıyor üç yıldır. Biz de kaç aydır aklımızda olmasına rağmen bir türlü gidememiştik ama anca sıra geldi işte. Cumartesi öğlen saatlerinden Pazar aynı saatlere kadar Veysi ve muhteşem doğa ile güzel bir gün geçirdikten sonra -seçim günü- İzmir'e döndük. Önce Özgür'e uğrayıp yapmak istediğimiz etkinlikle ilgili konuştuktan sonra hep beraber Burak'a geçtik ve seçim sonuçlarını beklemeye başladık. Poff, bu kısımları hiç anlatmayayım, olan-biten herkesin malumu ve hala da abuk sabuk haberler gelmeye devam ediyor. Sonumuz hayrolsun.

Sabaha kadar seçim sonucu izleyip iki saatlik uykudan sonra devam ettiğim bir Pazartesi gününün akşamında Alanya'ya doğru yola çıktım. Son dönemde çok sık geldiğim anacuğumun evinden altı aydır uzak kalmıştım. Ve işte Salı'dan beri Alanya'dayım. Genelde evdeyim, kitap (İnsanat Bahçesi ve İçimizdeki Maymun da bitti bu arada) okuyorum; yoğun gündem nedeniyle çokça haber vs takip etmekten kendimi alamıyorum; bir de ara sıra dağda-taşta yürüyüşe çıkıyorum, güzel bir çimenlik alan buldum, orada yoga-meditasyon falan yapıyorum. Ha bir de ara ara, kitabımı yazmaya devam ediyorum. Omurgası ortaya çıkıyor gibi yavaş yavaş...

Dostların -hele manevi destek zaten çok yüksek de- maddi destekleri de sürüyor bu arada. O anlamda da sıkıntı çekmiyorum, ne mutlu ki!..

Dün gece itibariyle Burcu ve Özgür'le gerçekleştirmeyi planladığımız etkinliğin duyurusunu yapmaya da başladık, şimdi heyecanla başvuruları bekliyoruz. Jam'de, Council'de deneyimlediğimiz ve hayatımıza çokça yediriyor olduğumuz uygulamaları başkalarıyla da tanıştırmanın vakti çoktan gelmişti. Bu tip çalışmaları tekrarlamaya ve çeşitlendirmeye fazlaca niyetliyim ama hele şu birincisi geçsin tabii...

Ha bir de Likya Yolu, Karia Yolu ve benzeri parkurlarda yürümeye ve yürütmeye epey niyetliyim. Nisan sonundan itibaren bu tip duyurular da yolda gibi görünüyor.

Ehh, genel durumlar böyle işte. Şunu da yazmazsam eksik kalacak: Göçebelik beni yormaya başladı ve bir yere köklenme ihtiyacımda ciddi bir artış hissediyorum. Doğru kişileri bulduğum anda yerleşmek ve bir yerde durmak istiyorum galiba. Kitaplarımın, notlar aldığım defterlerimin, matımın, uyku tulumumun ve bilumum "şey"lerimin orada burada olması hissiyatı da pek yorucu. Artık bir merkez üssüm olsa da oradan çıksam seyahatlere, bir yandan yerleşikliğin güzelliklerini de deneyimleyeyim diyorum. Güzel olur, hımm?..

18 Mart 2014 Salı

Gündem(im)den kısa kısa

Sıkıcı işlerin büyük bir kısmını hallettim gibi. Şimdi, -bugün-yarın- eve gelecek olan bir devlet görevlisi var, onu bekliyorum, sonra sadece vergi borcuma itiraz etme şeysi kalacak. İkametgah işini hallettim (an itibariyle İzmir-Güzelbahçe'de ikamet ediyor görünüyorum), genel sağlık sigortasına başvurdum (gelecek olan görevli bununla ilgili olarak gelecek), sağlık ocağına gidip hem tiroid tahlilimi yaptırdım hem de topuğumdaki nasırı gösterdim, ki o da geçiyor gibi gibi...

Bu arada 1,5 yıllık ikametgahsızlık nedeniyle 400 küsur TL ceza yemişim ama bir dilekçe yazdım ve halloldu hemen. Darısı diğer borçlara, cezalara...

Geçen hafta bahsetmiş olduğum kitapları, biri haricinde bitirdim; araya bir de Osho'nun Ego'su girdi, onu bitirdim. İlk kez bir Osho kitabı okumuş oldum böylece. Şimdi elime İnsanat Bahçesi'ni alacağım, sonra da sırada İçimizdeki Maymun var. Ara ara da Mart ayı OT'unu okuyorum elbet.

Cumartesi günü saçımı kestim. 13 ay önce Sinan kesmişti saçımı ve dört numara yapmıştık, bu sefer de Burcu'nun yardımıyla, o günden bugüne epey uzamış olan saçlara kıyıverdik. Kısacık kalıverdi de koca kafam biraz olsun küçüldü, iyi oldu. Bugün sakalımı da kısaltıcam, zira şu anda saçlardan daha uzunlar.

Geçen hafta epey coştum ve sıkça yazdım içimden sohbetler'e...

Önceki gün, epey aradan sonra kitabımla ilgili de çalıştım birkaç saat.

Cuma akşamından Pazar akşamına Burcu da buradaydı, Burak'la birlikte güzel güzel takıldık. Cumartesi günü Masal Gecesi'ne gittik ve nihayet tanık oldum hikaye anlatıcılığı olayına. Güzelmiş...

Dün Özgür'le kahvaltı yaptık, uzunca da sohbet ettik. Bazı sıkıntılı durumlar vardı, bunlarla ilgili bir miktar ferahladık sanki. Ayrıca -Burcu'yla da- birlikte iki gün bir gecelik bir etkinlik düzenleme niyetimiz var, onunla ilgili konuştuk biraz... Detaylar netleşince paylaşırım.

Sonra Salı günü Umman geldi Olimpos'tan ve Urla'da fellik fellik ev aradık. 24 saat içinde tam istediği gibi bir ev bulduk ona, ne mutlu! Bahçeli, müstakil evine hoş geliyor kendisi... ((:

Şu görevli gelsin gitsin de işimize bakalım. Bir sonraki durak Urla-Kuşçular'da Şadanlar ya da Seferihisar-Doğanbey'de Burcu ve ustasının yanı gibi görünüyor.

Not: Bir önceki yazıyı sosyal medyada paylaşmadığım gibi bunu da paylaşmayacağım. Fazla kişisel detaylar sanki. Ama kendime not olsunlar + merak edip giren-okuyan kişilere de selam olsun...

9 Mart 2014 Pazar

sıkıcı işler çok sıkıcı...

Güzelbahçe, İzmir günleri devam ediyor. Burak'ta kalmaya da devam...

Aslında kış uykusunun epey sonuna geldiğimi hissediyorum. Yapmak istediğim bir sürü şey var ama önce yapmayı sürekli ertelediğim birkaç sıkıcı işle ilgileneceğim bu hafta. İki yıldan uzun süredir ikametgahsız yaşıyorum, bi' yere ikametgah aldıracağım; bir yıldır sağlık sigortası ile ilgili bir başvuru yapmam gerekiyor, ikametgah sonrası o işe el atacağım; yıllar önce çalınan motosikletimin çalındıktan sonra işlemeye devam eden vergi borcu hususu var, bir de ona... Bu arada sıkıntılı sonuçlarla (ceza, geçmişe dönük prim ödemesi vb.) da karşılaşmam çok olası galiba ama işte aylardır-yıllardır erteliyorum bunları ve daha fazla kaçmak istemiyorum.

Ha bir de sol topuğumda bir sıkıntı var. Ufak tefek önlemlerim işe yaramadı gibi, daha fazla ilgi bekliyor korkarım. Onunla ilgili yapmam gereken ne var, onu araştıracağım bir de... Düşündükçe içim sıkılıyor ama dedim ya, artık kaçış yok.

Bir önceki hafta, !F İzmir kapsamında, Perşembe'den Pazar'a 7 tane film izledim, 2 filmi ise salladım; yorucu bir maraton oldu zira. Bu arada filmlerden umduğumu bulamadım. Yedi filmin birini epey beğendim, geri kalanları ya vasat buldum ya da kötü (hatta biri için "kötü" kelimesi yetersiz kalıyor). Filmleri salladığım gün (Cumartesi günü) Urla-Kuşçular köyünde yaşayan Şadan'a gittim yine -hatta Burak'la gittik- ve peynir yapmayı öğrendik. Yine çok güzel bir gün geçirdim orada. Sıkkın ve sıkışmış hissettiğim günlerden sonra ilaç gibi geldi. O günün akşamında da (güya yorgundum di mi) Burak'la gaza geldik ve Alsancak'a gidip canlı müzik olan bi' yerde takıldık biraz.

Dört gün üst üste şehre gitmek beni acayip yordu ve boğdu. Sonrasında ise, geçtiğimiz Pazartesi'den Cuma akşamına kadar sadece pazara ve mandıraya gittim, onun dışında hep evdeydim. Okuma, blog yazma ve yavaşlama halleri... Hayatımda ilk (bilemedin ikinci) kez birkaç kitabı eş zamanlı okuyorum. (Kendime hatırlatmak için not edeyim: Henry David Thoreau - Doğal Yaşam ve Başkaldırı, Lao Tzu - Tao Yolu Öğretisi, Jolan Chang - Sevişen Çiftlere Taocu Sevişme.) Çok güzel geldi bu sakin günler. Okumak ve yazmak da öyle... Yalnız yazmak istediğim kitabımla ilgili atalet halindeyim bu aralar. Kendimi biraz daha zorlamalı mıyım bilmem.

Cuma akşamı Özgür'ün evine gittik, 11 kişi çember yaptık. Pek güzel bir geceydi. Sonra dün (Cumartesi) sabah, İzmir'e gelmiş olan babamla buluşup kahvaltı yaptık, sohbet falan ettik. Bu sabah kahvaltıda ise Urla'ya yeni taşınmış olan Ebru'daydık (Burak, ben, Argın, Özgür). Akşam üstü de Bademler köyü ve Sığacık pazarlarına gittik, Seferihisar'dan un aldık, falan da filan.

Şimdilik durumlar böyle. Likya yolu ve diğer bir takım yürüyüş parkurları, Ankara, Güneydoğu turu, Alanya ve daha fazlası beni çağırıyor ama şu halletmem gereken işleri bi' halledeyim, topuğumu da iyileştireyim de..

26 Şubat 2014 Çarşamba

Taş Ev sonrası...

Taş ev günleri sona erdi. Dün, Burcu ile evi temizleyip eşyaları toparlayıp çıktık evden. Çıkmadan önce evde minik bir tur attık ve uzun zaman sonra ilk kez bir mekandan ayrılırken duygusallaştım, hatta hafiften gözlerim doldu ama Burcu'ya çaktırmadım. Sonrasında, yine Güzelbahçe'de yaşayan arkadaşımız Burak'ın evine geçtik. Şimdiki durağım burası...

En son yazdıktan bu yana neler oldu:

Aslında 10 Kasım'dan bu yana (arada Çanakkale ve İstanbul fasılları oldu gerçi) hareketsiz bir şekilde yer aldığım İzmir'de aşırı hareketlendiğim(iz) günlerdi. Bir önceki hafta sonu Taş Ev'de bir kadın toplaşması yapıldığından mütevellit, ben bu toplaşmaya katılan arkadaşlardan birinin Alaçatı'daki evine gittim ve Azelea'nın kedisine ve köpeklerine baktım, Azelea da toplaşmaya gönül rahatlığıyla katılabildi böylece. 3 gün orada kaldım (internetsizdim bu arada ve çok da iyi geldi) ve 2 tane kitap okudum: Momo ve Işığı Arayanların Karanlık Yanı (Gitmeden önce de Zamyatin'in Biz'ini bitirmiştim). Momo bir masal kitabı ama en az çocuklara hitap ettiği kadar büyüklere de ediyor, öneririm. Işığı Arayanların Karanlık Yanı ise bir kişisel gelişim kitabı aslında. Bu tarz kitaplardan pek de haz ettiğim söylenemez, hatta ön yargım vardır bunlara karşı fakat bu gerçekten başka bir şeydi. Şimdi anlatmayayım ama bağlantısını paylaştım, bi' göz atın ve edinin derim. (Sonrasında ise bir ütopya olan Hiçbir Yerden Haberler'e başladım ve galiba bugün bitireceğim.)

Bu arada yazmayı planladığım kitabın başlangıcını da yine Azelea'nın evinde yapmış oldum. Benim için önemli bir hafta sonuydu yani...

Sonrasında hareket hali devam etti. Geçen hafta Salı günü Seferihisar'ın Doğanbey köyüne gittik Burcu'yla. Burcu burada, Mart ayından itibaren bir süre, keçe ustası ve sanatçısı Ayfer'e çıraklık edecek. Hem atölyeyle hem de Ayfer'in evi ve köpeğiyle tanıştık. Perşembe günü ise Urla'nın Kuşçular Köyü'nde idik, Şadan'ı ziyarete gittik. Kahvaltıyla başladığımız gün hava kararana kadar sürdü ve harika bir gün geçirdik. Şadanlar orada o kadar güzel bir hayat kurmuşlar ki... İneği Sarıkız, tavuklar, ördekler, keçiler ve atları, ona destek olan Emine Abla, üretiyor oldukları pekmez, erik ve şeftali pestilleri, peynirler, yoğurtlar, şarap, keçe ve diğer bir sürü şey... Bir süredir doğada bir yaşam kurma konusu ilgimi çekse de ağırdan alıyorum ve çok da acelemin olmadığını düşünüyor(d)um. Fakat o gün benim için çok ilham dolu bir gündü ve bir yerde köklenme isteğimde ciddi bir yükselme oldu. Bakalım günler ne gösterecek... O günün akşamında ise 3,5 aydır yapmadığımızı yaptık ve Alsancak'a gittik. Epey dolandıktan sonra biraz kötü şeyler yedik (ama özlemişiz valla): Önce sekiz-onar tane midye dolma yedikten sonra bir yerde bir kokoreç ve birayı paylaştık ki şimdiye kadar yediğim en güzel kokoreçlerden biriydi. Sonrasında da pop-caz diyebileceğim tarz müzik yapan bir grubun çaldığı bir barda oturup birbuçuğar bira daha içtik ve gece de eve döndük. Özlemişiz özlemişiz...

Cumartesi ise yan komşumuz (ve Günhan'ın teyzesi) Dilek Abla bizi çaya davet etmişti bir hafta önceden. Okuldan arkadaşları gelecekti, İzmir'de gerçekleştiriyor oldukları kimi "yardım" çalışmaları  vs. ile ilgili konuşalım, fikir alışverişi yapalım maksadıyla bizi de çağırmıştı. Tabii muhabbet çok farklı ilerledi, bizim alternatif yaşam tarzımız ve dünyaya bakışımız çevresinde döndü fazlaca. Çok da komik ve eğlenceli bir gündü ama buradan uzun uzun anlatmayayım. Akşam yemeğe de kaldık ve eve döndüğümüzde saat 10'u geçmişti.

Pazar günü ise İzmir'deki jamcan tayfası + Burak kahvaltıya geldiler ve akşama kadar beraber takıldık. Taş evde son toplaşmamızı da gerçekleştirmiş olduk, dışarıdaki dut ağacının altında saatlerce oturduğumuz, muhabbet ettiğimiz keyifli bir gündü işte.

Kısacası, 3,5 ayda gitmediğimiz yerlere gittiğimiz, bara falan bile gittiğimiz hızlı bir hafta geçti yani. Ha bir de son 2 haftadır Burak'la oluşan dostluğumuzu eklemezsem eksik kalacak. İzmir'e ilk geldiğimiz günlerden beri tanışıyoruz onunla fakat muhabbetimiz, bize gelmiş olduğu 3-5 kısa uğramalarla sınırlıydı. Ne oldu bilmiyorum, son 2 haftadır herhalde 3 gün falan görüşmemişizdir. Bir onda yemek yaptık, bir bizde; bir onda film izledik, bir bizde ve böylece geçti 2 hafta; dünyayı, hayatımızı sorguladık, bolca sohbet ettik, falan da filan... Pek de güzel oldu.

Ve işte şimdi de onun evine gelmiş durumdayım ve en az Pazartesi'ye kadar burada kalacağım. Perşembe-Pazar arası 4 gün boyunca !F Film Festivali İzmir'e geliyor ve dokuz tane filme biletim var. Bu yoğun film haftası sonrasında ne yapacağım ise belirsiz. Sanıyorum ki kitap yazma konusunda en rahat olacağım şekilde takılmaya çalışacağım. Yapmak istediğim bir sürü şey var yine ama bu işi ön plana almak istiyor gibiyim, bakalım...

11 Şubat 2014 Salı

Yeniden İzmir, Taş Ev

Bu satırlarda nadiren görüyor olduğunuz ama bir önceki yazıda içime çöken sıkkınlık büyük oranda ortadan kalktı. Gerçi ara ara hortluyor ama son durum yine de fena sayılmaz.

Son yazıyı yazmış olduğum günün (29 Ocak) akşamı keyifliydi aslında. Önce nihayet Komşu Kafe ile tanışıp Burcu ve Bürge ile bir süre muhabbet ettikten sonra, akşam Deniz ve Caner ile buluştuk. Kadıköy'de bowling ve bilumum oyunlar oynana bir mekana gittik. Caner'le 1 saat boyunca oynamış olduğumuz masa tenisi bana çok iyi geldi. Epeydir böyle ter atmamış ve böyle eğlenmemiştim de... Bir de denk kuvvet çıktık ve çok çekişmeli iki maç oldu. Birincisinde hezimete uğrayacak gibi görünen ben sonradan açıldım ve maçı 3-2 kazandım. (Setlerin birinde 20-12 mi ne geriden gelip seti aldım, bahsetmeden geçmeyeyim.) İkinci maçta ise o beni 3-1 yendi ve dip toplamda dostluk kazanmış oldu :P (Haa bu maçta da setlerin birinde 20-8 geriden 20-17'ye mi ne getirdim ama sonra bir hata yaptım ve seti çeviremedim.)

Masa tenisi sonrasında biraz basketbol (jetonla çalışan, az zamanda bir sürü atış yapılan oyundan bahsediyorum, maalesef gerçeğinden değil) biraz da bir-iki ıvır-zıvır oynadıktan sonra Deniz, Caner, Burcu ve ben bi' kafede bir saat kadar oturduk, sohbet ettik. Sohbet dediğim de aslında Caner'in Burcu ve -özellikle de- beni sorguya çekmesi idi. Büyük bir merakla, yaşamımıza dair merak ettiği soruları ardı ardına bombaladı ve biz de aynı hızda cevaplar verdik kendisine. Bu sohbet de çok iyi geldi bana, zira durduğum zeminin sağlamlığını, orada köklenmiş olduğumu hissettim. "Ne yapacağım", "nasıl yapacağım"ların cevapları çok net olmamakla birlikte, yaşamımı üzerine inşa ettiğim değerlerin, ana noktaların, prensiplerin iyice oturmuş olduğunu Caner sayesinde hissettim ve -şimdi dönüp baktığımda- tam da bu, beni kendime getirdi ve iyi hissetmeye başlamama neden oldu sanki. O günkü heyecan ve coşkuyla, Deniz ve Caner'i tez zamanda İzmir'e gelmeleri için gazladım da gazladım.

Sonra Bürge'ye gittik, bir şeyler atıştırıp eşyalarımızı alıp az daha muhabbet edip (ki bunun da tadı damağımızda kaldı, epey de derin bir yerlere gidiyorduk) Rıhtım'a indik ve servisimizle önce Dudullu'ya, oradan da otobüsle İzmir'e doğru yola koyulduk. Servisi beklerken ve servis bizi otobüsle buluşturmaya götürürken, Bürge'yle vakitsizlikten dolayı inemediğimiz kimi yerlere Burcu'yla indik, bu da epey iyi geldi. Bu yerlerden belki başka bir yazıda bahsederim.

Ertesi sabah İzmir'e varıp Bornova kavşağında bozulan otobüsten inip dolmuşla Alsancak'a geçtik. Öğlene kadar oralarda takılacaktık, zira Burcu'nun bir işi vardı. Kahvaltı yapmayı ve bir yerlerde bi'şeyler okumayı düşünürken Cemal'i aramayı akıl ettik. Cemal, Barış Köyü - İzmir toplaşmasında tanıştığımız, dadından yinmiyen başka bir arkadaşımız. Kendisi peyzaj mimarı ve Pasaport taraflarında, ortağı Simge ile çalıştıkları bir ofisleri var. İşte oraya gittik ve Simge, Cemal ve o gün orada olan Simge'nin kardeşi ile güzel bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı sonrası biraz muhabbet, sonra da Burcu'nun işini halletmece, biraz dolanıp biraz da deniz kenarında oturup ofise geri dönmece...

Az uykulu yolculuk üstüne bu dönüp dolanmalar sonrasında epey yorgun düşsek de Günnur'un haftalar önce yapmış olduğu çay davetini pas geçemedik ve akşam üstü vapurla Karşıyaka'ya geçtik. Orada yiyip içip sohbetledikten sonra da vapurla Pasaport'a, oradan da otobüsle Taş Ev'e geldik.

Sonraki birkaç gün buradaki düzene alışmayla, biraz da okumayla geçti. Geçtiğimiz Salı'dan itibaren de kafamı toplayabildiğim zamanların çoğunda, bir önceki yazıda bahsetmiş olduğum düzelti çalışmasıyla ilgilendim. Kafamı karıştırmamak için herhangi bir kitap vs.ye el atmadığım, sadece OT'un Şubat sayısından kimi yazılar okuduğum bir haftanın sonunda dün gece çalışmayı bitirdim ve biraz önce yayınevine gönderdim. Bu sabah, çalışmanın bitmiş olmasının şerefine bir kitaba da başladım: "Biz" - Yevgeni Zamyatin. Daha önce adını dahi duymamış olduğum bu kitap ve bu adam, meğer Orwell, Huxley, LeGuin gibi yazarların öncüsü ve esin kaynağı imiş. Hatta önsözde, Bülent Somay'ın Orwell'i bu kitabı taklit etmekle -belli belirsiz- eleştirdiğini gördüm. Şimdilik 50 sayfa falan okudum ve zaten çok uzun bir kitap da değil ama gidişat epey güzel, onu söyleyebilirim.

Ha bu arada, geçtiğimiz hafta sonu Deniz ve Caner buradaydılar. Yeterli gazı verebilmeyi başarmışım demek ki. Cuma gecesinden Pazartesi öğlene kadar onlarla vakit geçirdik. Cumartesi akşamı masa tenisi müsabakasının rövanşını gerçekleştirmek istesek de oynayacak yer bulamayıp langırt ve -yine- yukarıda bahsettiğim basketbol oyunuyla yetindik. Langırtta Deniz şov yaptı ve golleri sıraladı, Burcu ve ben 4 maçın sadece birini kazanabildik, üçünü kaybettik. Burcu'nun -nedense- sürekli geriye doğru oynamasını ve Deniz'e gol paslarını vermesini ise hiçbirimiz anlamlandıramadık. ((: Oyunlardan sonra İnciraltı'na gittik, Canerler bir kafede otururken biz dışarıda birer bira içtik ve pek güzel geldi. Sonra biz de onlara katıldık, epey sohbet-muhabbetten sonra eve döndük.

Ertesi gün ise İzmir'de yaşayan arkadaşlarımız Ozan ve İlay da bize katıldılar ve süpersonik bir kahvaltı yaptık. Sohbet vs. sonrasında da güzel bir çember... Keyifli bir gündü işte... Dün de Caner ve Deniz'i uğurladık ve tekrar ikimiz kaldık. Gerçi akşam da -ellerinde şarap şişeleriyle- Burak geldi ve önce yemek-şarap-muhabbet, sonraysa çay-kurabiye-muhabbet fasıllarına girdik ve Burak gittikten sonra, bahsettiğim kitapla ilgili çalışmayı bitirdim.

Çok uzadı yazı ama en önemli kısmı hala paylaşamadım. 10 Kasım'dan beri yerleşmiş olduğumuz Taş Ev'den bu ay sonunda ayrılıyoruz. Malum, burası Günhan'ın ailesinin evi ve özellikle Yaz günlerinde ara sıra gidip geldikleri bir yer. Mart'tan itibaren zaman zaman burada vakit geçirmeye başlayacaklarından mütevellit biz bu ay sonunda terk-i diyar ediyoruz. Mart'tan itibaren Burcu'nun ne yapacağı belli de benimki biraz belirsiz. O, bir süre keçe öğrenmek üzere Seferihisar'da takılacak, bense yapmak istediğim birkaç şeyden bir ya da birkaçını seçip ona göre adım atacağım. Bu şeylerin içinde, yine sakin, uygun bir ortam bulup yazmak istediğim kitaba zaman ayırmak da var, tam da insanların bağ-bahçe işlerinde desteğe ihtiyaç duydukları bahar aylarında bir yerlerde toprakla uğraşmak ve böylece hem birilerine destek olmak hem de o işlerle ilgili biraz daha bilgi sahibi olmak da, Likya Yolu ve diğer kimi yürüyüş yolunda yürüyüşler yapmak da, daha önce de bahsettiğim Güneydoğu turuna çıkmak da... Daha ay sonuna 2 haftadan fazla var, ondan kelli karar vermek için acele etmiyorum. Bİr yerlerden eser nasıl olsa yine...

29 Ocak 2014 Çarşamba

Azıcık da iç sıkkınlığı

İstanbul beni çok yordu!

Geçen hafta her akşamı farklı arkadaşlarla, farklı evlerde geçirdikten sonra, hafta sonu yoğun geçen ve beni epey yoran Council eğitiminin sonuna geldiğimizde tükenmişlik hissiyatım epey yüksekti. Arada güzel bir gelişme de oldu aslında, Yeni İnsan Yayınevi'nden Aytaç ile görüştüm ve düzelti için bir kitabı aldım. Evet, önemli bir gelişme oldu yani: Uzun bir süreden sonra tekrar para kazanmaya başlıyorum, gibi görünüyor. Bununla ilgili de değişik bir hissiyattayım ama malum, ay sonu geldi ve yapıyor olduğum deneyin destekçilerine 2-3 gün içinde mektup yazacağım ve hissiyatımdan orada bahsederim ve sonrasında içimden sohbetler'de de paylaşırım. Zaten şu anda tam olarak idrak edemiyorum durumu...

Aslında hiçbir şeyi idrak edemiyorum. Kendimi hiç dengede hissetmiyorum birkaç gündür. Kendimle barışık da hissetmiyorum, hayret!

Zaten tam da bundan dolayı, bu akşam İzmir'e gidiyorum Burcu'yla. Her ne kadar beni çok yormuş olsa da İstanbul'la da tamamlanmış değilim çünkü. Bugün feysbuk'a şöyle bir ileti yazdım mesela:
Bu sefer böyle oldu. Görmek istediklerimin yarısından fazlasını (özellikle çok haberleştiğimiz, "görüşelim mutlaka" dediğimiz TuncaCagatayÖyküEmrah,LeventBarisMhmtPolat) göremeden, gördüklerimin de hiçbiriyle istediğim kadar vakit geçiremeden gidiyorum İstanbul'dan. Accık bitkinlik, yorgunluk gibi hislerle birlikte...
Halet-i ruhiyeme ve enerji durumuma göre !F İstanbul için yakınlarda dönebilirim de ama  Bakalum...
Not: Bu akşam Kadıköy civarlarında olacağım/olacağız. Yolu düşen ses edebilir.
Görüşebildiklerimle olan görüşmelerimiz de yetersiz geldi hep. Sorun tam olarak kısıtlı zaman da değil. Bugünlerde sıkça dile de getirdiğim üzere, birileriyle derinleşemediğim, gerçekten içlerinde neler olup bittiğini dinleyemediğim, aynı şekilde kendimi anlatamadığım görüşmeler, buluşmalar çok yüzeysel gelmeye başladı.

Tam açıklayabildiğimden de emin değilim ya...

Neyse işte, Begüm ile Pazartesi günü 360 TV'de canlı yayına çıktık, birçoğunuz izlemişsinizdir. Ondan da çok hoşnut değilim. Zaman tabii ki çok az geldi ve Hollande'ın askeri selamlaması da epey vaktimizi yedi. Zaten "dün"ün kavramlarıyla "geleceğin" düşüncelerini aktarmak başlı başına zor bi' iş. Hayır bi de saçım çok yağlıymış meğer, ona ayrıca gıcık oldum. ((:

Genel olarak da şehirde olmak, az-biraz da olsa haberlere maruz kalmak, birkaç kez de trafiğe... Bana yetti de arttı bile. İçim karardı da karardı. Her şeyin daha da sanallaştığını gördükçe fena oluyorum. Ne o öyle başbakanın hologramlı konuşması falan yahu?.. Veya Zincirlikuyu'da iyice yükselmiş olduğunu gördüğüm zorlu'nun bilmemneleri... Poff!..

Bu gece yolculuk, yarın sabah İzmir'deyim(z), hızlıca toparlamayı umuyorum. Zaten artık ilgilenmem gereken bir de "iş"im var, iyi gelir sanki...

20 Ocak 2014 Pazartesi

Ama arkadaşlar iyidir

Yazı aralığım sıklaştı sanki ama sanırım kısa tutacağım.

Cihangir'de Ömürden'deyim şu anda, kahvaltıda -maşallah- 2 tane simide bana mısın demedikten sonra internette takılıyor, bugünün ve önümüzdeki günlerin plan-programını yapmaya çalışıyorum.

Zaten az kalacak olmama ve muhtemelen haftaya Salı falan İzmir'e dönecek olmama, bu arada halletmem gereken birkaç "iş"im (tahlil, doktor, bir yayıneviyle görüşme, bir canlı yayın) olmasına ve hafta sonumu tamamen bağlayan bir eğitime katılacak olmama rağmen bi'sürü kişiye haber saldım görüşmek istediğime dair, dağıtıverdim mavi boncukları. Bakalım nasıl kalkacağım altından...

Cumartesi günü ben yazıyı yazdıktan birkaç dakika sonra Emin aradı ve akşam onunla takılmaya karar verdik. Kavacık'ta onun evinde yemek yedikten sonra çok güzel paylaşımlı bi 5 saat falan geçirdik. Hiç durmadan sohbet ettiğimiz saatlerden sonra yattığımızda saat üçü bulmuştu. Ertesi gün (dün) kocaman bir kahvaltı sonrası Hrant'ın anması için evden çıktık ama beşinci dakikada lastiğin patladığını fark edip bir benzinciye çektik arabayı. O günlük idare eder belki diye hava bastık falan ama işe yaramadı. O sırada yanımıza yanaşan bir arkadaş duruma bakıp lastiği değiştirmeden olmayacağını söyledi. Lastik değiştirmeyi bilmediğimizi duyunca şaşırdı ve ufaktan bi' güldü ama sonra işe el attı ve 5-6 dakika içinde yedek lastiği taktık beraber. Daha doğrusu o taktı, biz seyrettik. Ha bu arada ne kolay işmiş hakikaten. Sonra karşıya geçtik ve anmaya yetiştik. Bir saat kadar takıldıktan sonra bizim üçlünün son parçası Deniz'i de bulduk ve Taksim'de bir yerlerde birkaç saat oturduk ve muhabbet ettik.

Sonra Cihangir'e, hasta olduğunu öğrendiğim Ömürden'e geldim. Hastaydı ve tam da hasta birinin yapması gerektiği gibi güzel (!) besleniyordu, fırına bir tane pizza atmıştı. Onu yedi gerçi ama ben de duruma el koydum azıcık. Dışarı çıktım, mercimek, sebze, meyve falan aldım. Eve geldikten sonra bir yandan mercimek çorbası yaptım, bir yandan zencefilli, limonlu, karabiberli bi' içecek hazırladım kendüsüne (bu arada hayatımda ilk kez zencefil aldım ve kullandım), diğer yandan da buharda brokoli pişirdim ve zeytinyağlı, sarımsaklı, limonlu sos yaptım. Yemeğimizi yedik, sonra Kutsal geldi. Epeydir çok şey paylaşamadığım ama pek sevdiğim eski ev arkadaşım, dans hocam falan olur kendisi. Bayağı bi' eğlendik, gülüştük üçümüz. Sonra Kutsal'ın şahane teklifiyle ikimiz çıktık ve bilardo (tabii ki üç top) oynadık. Kendisini tokatladım elbette ve sonrasında Cihangir'de ağır aksak dolaşarak sohbete devam ettik. E sonra da eve geldim, yattım-kalktım, falan...

Bu akşam 2012 jamcanlarıyla buluşuyorum ve pek mutluyum; yarından itibaren neler yapıcam, belli değil. Bakalım bakalım...

18 Ocak 2014 Cumartesi

Uçmakdere*

Daha yeni yazdım aslında ama dün o kadar keyifliydi ki sıcağı sıcağına yazasım var. Tabii yine kaldığım yerden (Salı akşamı) bir özetle başlayıp düne gelirsem şahane olur, hımm?

Salı akşamı Yeniköy'de mutlu mesut Balıkçı'yı bekliyorduk en son. Gecikti ve 11 sularında geldi, uykumuz gelmeye başlamış olsa da 1 saat kadar sohbet edip biraz hasret giderdik kendisiyle. Ertesi gün kahvaltı sonrası Balıkçı, Mahir, Burcu ve ben -herhalde- 2 saat kadar süren bir çember yapmayı başardık. "Başardık" deme nedenim de, Balıkçı'yı -aşırı enerjisinden ve hareketliliğinden mütevellit- zapt etmenin çoğu zaman kolay olmaması, bir de o gün hem onun hem de Burcu ve benim işlerimizin olması. Ve fakat ne mutlu ki başardık! Özellikle Yeniköy'de akan hayatın daha güzelleşmesi için oranın sakinleri Balıkçı ve Mahir'in -kötü iletiştiklerinden değil tabii ama- daha da iyi iletişim kurabilmeleri için bir ortam sağlamak istiyorduk ve bence başarılı da olduk. Bir sürü şey konuşuldu, paylaşıldı. Ha bu arada bu çemberi Balıkçı'nın -yazın ekolojik mimari atölyesinde az biraz benim de emeğimin geçmiş olduğu- yeni evinde yaptık ve harika olmuş gerçekten. Rüya evi!..

Çember sonrası Balıkçı ile birlikte Bayramiç'e doğru yola koyulduk. O Küçükkuyu'ya devam etti, bizse Metin Abi diye bir abimizle bir miktar sohbet edip pazarı gezip ve bir-iki şey alıp Mollahasanlar Köyü'ne, Derya ve Hiralara doğru yola düştük. Birkaç ay önce yapmış oldukları ve içinde halen yapılacak işleri kalan ama yaşanabilir kıvama da gelmiş olan küçük ve pek güzel saman evlerinde** iki gün misafir olduk. İlk gün evde ve çevresinde takıldık, ikinci günse hem dere kenarına indik hem komşuları olan Melda-Mahirlere uğradık bir saat kadar. Bütün bu zaman zarfında pek güzel sohbetler ettik ve Deryanın çok güzel yemeklerini yedik. Ha tabii kaşla göz arasında orada da ekmek yapıverdik...

Dün sabah kahvaltı sonrası İstanbul'a gelmek üzere yola düştüm. Önce otostopla Bayramiç'e geldim, orada Balıkçı ile buluşup Çanakkale'ye doğru yola düştüm. Balıkçı tekne ile denize açılacağı için Çanakkale yakınlarında beni minibüse aktardı ve bu şekilde şehre vardım. Ve olaylar gelişti...

Ben hemen otobüs bulacağımı sanırken (o sıralarda saat 2'ye yaklaştığı için otostopla İstanbul'a varmam çok zor olacaktı) üniversitenin tatile girdiğini ve bütün öğrencilerin yollara düştüğünü, hiçbir firmada yer olmadığını fark edip -afedersiniz- bok gibi kaldım ortada! Derken bir firmadaki görevli "Şoför yanında basamakta oturarak gider misin?" dedi, kabul ettim hemen. Koştur koştur feribottaki otobüsü yakaladım, muavine çantayı verdim (Bu arada muavin dedi ki, şoför yanı bile doluymuş, ancak orta kapının oradaki merdivenlerde gidebilirmişim. Hiç hoşuma gitmedi bu durum ama çaresiz kabul ettim.) ve yukarı çıkıp çay-tost şeyettim. Sonra tam feribot karşıya geçmek ve kıyıya yanaşmak üzereyken, yanından geçtiğim 34 plakalı ticari aracın şoförüne bi ses etmeyi düşündüm ama bir türlü telefon konuşması bitmedi. Artık neredeyse iyice yanaşmışken telefonu kapattı ve camını tıklattım adamın. Durumu açıkladım ve sözümü bile bitirmeden beni buyur etti! Böylece ilk sözel otostopumu da gerçekleştirmiş oldum.

Otobüsten çantamı geri aldım ve ilerleyen dakikalarda adının Necip olduğunu öğreneceğim adamın aracına atladım ve düştük yola. Ama ne keyifli bir yolculuk oldu. Her dakikasında çok iyi hissettiğim, güzel paylaşımlar yaptığımız, sohbetler ettiğimiz şahane bir yolculuk... Gümrük müşaviri olan Necip abi sıkça yollara düşmek durumunda kalıyormuş zaten ve bu sefer de İzmir'den dönüyormuş. Giderken "Dur seni güzel ve değişik yollardan götüreyim." dedi ve Şarköy tarafına saptı. Normalde Tekirdağ'a Keşan-Malkara üzerinden karadan gidilen bir yol var, esas kullanılan. Ama Şarköy üzerinden giden yol bozuk, dar vs olmakla birlikte çok keyifliydi. Yetmedi, kendi köyü olan Uçmakdere'den falan geçtik, sonra Mürefte'den, Hoşköy'den, Kumbağ'dan... Denize sıfır, harika bir yol... Normalden uzun sürmüş olmakla birlikte kesinlikle tercih etmek isteyeceğim bir güzergahtı, sağ olsun. Uçmakdere'de yılda bir ay (çünkü sadece bir ay rüzgar uygunmuş) yamaç paraşütü yapılan yeri, çok güzel bir kamp alanını falan öğrendim bu yolculukta. Harikaydı! Tekirdağ'a varınca sürekli gittiği köftecide köfte ısmarladı bana, sonra bir de o yörenin meşhur peynir tatlısından... Tabii ki bu kadar iyi anlaştığım adam normal biri olamazdı ve akşam babam ve kuzenimle görüşeceğimi söylediğim için, onlar için de peynir helvası alıp yanıma veriverdi.

Yemek sonrası -söz konusu para olunca herkes gibi- utana sıkıla para işini nasıl hallettiğimi sordu. Eş-dostun desteklediğini duyunca pek hoşuna gitti. Zaten önceki saatlerde de yediğimiz gıdadan, çalıştığımız işlerden ve tüm sistemden bahsederken görüşlerimizin pek yakın olduğunu görmüştük.

Kimi zaman derin sohbetlerle, kimi zaman susarak ve doğuya doğru ilerlediğimiz için çoğunlukla tam karşımızda tüm güzelliğiyle duran dolunayı izleyerek İstanbul'a girdik. Beylikdüzü'nde indim (inmeden önce e-posta adresleri, telefon numaraları paylaşıldı ve hemen akşamında ilk meyilleşmeler yapıldı bile) ve metrobüsle Zincirlikuyu'ya, oradan da otobüsle babam, -kuzen- Hakan abim ve -sevgilisi- Fatma'nın yanına Maria'nın Bahçesi***'ne gittim. Rakı eşliğinde güzel mezeler sonrası Hakan abimlere geçtik. Gece Fatma ile birlikte beni kıskaca alıp -belki 2 saat boyunca- hayatıma dair endişelerini, kendimi garantiye almam gerektiğini ve benzeri şeyleri anlattılar bana. Bu tip nasihatlere birçok yerde maruz kalıyorum ve son derece iyi niyetle yaptıklarının da farkındayım elbette. Yani rahatsız falan olmuyorum, hatta kendimi sürekli olarak gözden geçirmem için yardımcı oluyorlar, iyi de oluyor.

Ama ne kadar gözden geçirsem de -en azından şu an için- tuttuğum yolun doğruluğu hakkında pek şüphem ve korkum yok. Ara ara bazı korkular bana da peydahlansalar da geldikleri gibi gidiyorlar...

Yattığımızda saat 3'ü bulmuştu; 10 civarında kalkıp duşumu alıp güzelce kahvaltımızı yaptık. Şimdi de Hakan abimin kardeşi Özkan abimi bekliyoruz, Bursa'dan geliyor. Onu da görmek güzel olacak. Sonrasında ne yapacağımı, kim(ler)i arayacağımı, bu akşam ne yapacağımı ve nerede kalacağımı an itibariyle (15:48) bilmiyorum. Bakalım...

* Uçmakdere, Gündüz Vassaf'ın Radikal'deki köşesinin adı. Yazı içinde göreceğiniz/gördüğünüz üzere bu isimde bir köyden çıktık. Acaba buradan mı geliyordur, diye merak ediyorum.

** Saman ev demişken, daha önce içimden sohbetler'de bir vesileyle yazmıştım, 20-25 bin TL'ye ev yapılabildiğinden bahsetmiştim. Hira, o kadar bile olmadığını ve bunu da paylaşmamın iyi olacağını söyledi. Mesela onların evleri, tüm işçiliği, usta paraları, projeyi çizen mimar arkadaşlara verdikleri paralar dahil olmak üzere 10 bin TL'den daha az bir meblağ tutmuş. Bilginize efen'im... Kolay yapılabilir olmasının yanı sıra, saman evin muhteşem ısı ve ses yalıtım özellikleri de cabası. Soba, harıl harıl yanmamasına rağmen, hamam gibiydi ev, öyle diyim. Ha bu arada küçük bir ev elbette, 25 metrekare kadar...

*** Reklam kokacak ama Etiler'de şahane bir Ege restoranı. Sahibi Maria, babamın pek yakın arkadaşı olduğundan mütevellit zaman zaman ziyaret ettiğim bir yer.

14 Ocak 2014 Salı

yine yollar...

Son günleri şöyle bi' not edeyim, diye girdim ve bir de baktım ki göçebeliğimin beş yüzüncü (sayıyla 500) gününe gelmişim. Güzel bir günde yazmaya karar vermişim demek... ((:

Gerçi bu sayılara ve özellikle "yuvarlak" olanlarına ilgimizin nereden kaynaklandığını da bilmiyorum ve bir yandan çok da anlamlı gelmiyor. Ama söylerken havalı oluyor sanki: 500!

Neyse efen'im konumuz yuvarlak sayılar değil, son 10-12 günde olan bitenler... En son yazmış olduğum 3 Ocak 2014 tarihinde (yine istatistik geliyor) tam 17 gündür yapayalnız takılıyor idim Güzelbahçe - Taş Ev'de. Bu 17 günde 2 kere pazara, 2 kere de mandıraya gitmek dışında kıpırdamamış, bu ziyaretler esnasındaki "Bu kaç para?", "Buyrun", "Teşekkür ederim"ler dışında yüz yüze, kimseyle iki kelam etmemiş durumdaydım. Ha, şikayetçi de değildim; iyice yavaşlama, kendime dönme, okuma-yazma fırsatı oldu benim için.

O akşam (Cuma idi) Argın geldi de, aslında cümle kurmaya ne kadar aç olduğumu fark ettim. Önemli-önemsiz epey anlattım ona; bolca muhabbet ettik. Ertesi gün gitti. Sonra Pazartesi günü Janset geldi, birkaç saat takıldık... Dostların geliş - gidişleri sonrasında tek başıma sıkılmaya başladım o günlerde. Salı günü de dayanamayıp ben çıktım evden ve iki aydır yaşıyor olduğum İzmir'de ikinci kez merkeze gittim. Janset'le buluştuk, sonra Ebru'yu gördüm az da olsa, sonrasında da Günhanlara gidip orada kaldık. Rakı, meze falan... Ama pek içemiyorum da artık yahu...

Çarşamba eve döndüm, Perşembe akşamı Özgür geldi ve çok keyifli sohbet ettik. O da Japonya'dan yeni dönmüştü ve yaşadıklarını, deneyimlerini anlattı. Ben yemek yaptım ve Yeniköy'e getirmek üzere Barış Ekmeği'ni falan yaptım.

Ertesi sabah kahvaltı sonrası Yeniköy'e gelmek üzere yola çıktım. Özgür beni Konak'a kadar bıraktı, oradan metro ve trenle Aliağa'ya kadar gidip otostopa başladım ama şansım çok yaver gitmedi. 1 saatten fazla bekledikten sonra Mehmet abi aldı beni ve Ayvalık'a kadar götürdü. Modern İslamcılardandı, ilginç bir sohbet oldu yol boyunca, ama keyifliydi de... Sonrasında çok beklemeden bir araç Edremit'e kadar götürdü beni. İşte orada fena takıldım. 1,5 saat falan bekleyip kimse durmayınca, önce minibüsle Küçükkuyu'ya, oradan da başka bir minibüsle Bayramiç'e geldim.

Burcu da öğlene doğru İstanbul'dan gelmişti, onunla buluştuk ve arkadaşı(mız) Seçillere geçtik. Benim gelişim çok gecikince Yeniköy'e ertesi gün geçmeye karar verdik. Seçillerde ilginç bir akşam geçirdik. İlginç diyorum ama aslında ortalama bir Türk ailesi eviydi ama sadece televizyonun açık olması bile yeterince ilginç kıldı benim için o geceyi. Takım elbiseli, kravatlı adamların hayatımızın hiçbir yerine dokunmayan önemli (!) şeylerden coşkuyla bahsetmeleri ne kadar da tuhaf geliyor artık. Ve gerçekliğimin hiçbir kısmını da oluşturmuyorlar. Halbuki 2 yıl önce hemen her akşamımı bu takım elbiseli adamları dinleyerek geçiriyordum. Her şey nasıl da değişiyor...

Yattık, kalktık, kahvaltımızı yaptık, Bayramiç pazarını (büyük pazar Çarşamba ama Cumartesi günü de bir pazar kuruluyor) gezip birkaç şey alıp yola düştük. Otostopla Muratlar Köyü'ne geldik ve yarım saatlik yürüyüşten sonra Yeniköy'e, Mahir'in yanına vardık. Akşam da, geçtiğimiz Yaz burada ekolojik mimari atölyesinde tanışmış olduğum Barış (Efe) geldi. Ertesi gün bu ekibe Dedetepe Çiftliği'nin 3 gönüllüsü (şu anda aynı alandayız ama Sandra haricindekilerin isimlerini aklımda tutamadım, ama Fransız bir kız ve Avustralyalı bir çocuk...) katıldı, ayrıca gün içinde Aykan geldi gitti. Benim 3-4 gün süren ve dün akşam kurtulmaya başladığım iç karartım haricinde güzel bir gündü.

Ha bir de o gün; benim İzmir'den, Burcu'nun İstanbul'dan getirdiği mayalarla ekmeklerimizi yaptık mis gibin.

Ertesi gün, İstanbul'a giden Barış'la yola çıktık ve Biga Hacıköy'de Ormanevi'ne gittik. Orayı ve Durukanları da pek merak ediyordum uzun zamandır. 1 tam gün kaldık sadece ama keyifliydi, ileriki zamanlarda daha uzun ziyaretler de yapabileceğimi umuyorum. Adet edinmeye başladığım üzere ilk iş olarak hazırlanması için ekmek mayasını koydum ve sonrasında evde kalan ekiple (Deniz, Tasaddit <Tez>, Mine) tanışma, muhabbet... Akşam üstü Mine bizi, keyifli bir yürüyüşle Durukan, Volkan ve Onur'un çalıştığı alana götürdü. Onlar da tohumdan fındık ağacı yetiştirmek ve üzüm bağları dikmek üzere çalışmalar yapıyorlardı. Biraz sohbet ettik, işlerini bitirdiler ve beraber eve döndük. Çok güzel yemekler sonrasında, yorgun olan tayfa erken yattı ama kalanlarla keyifli bir akşam geçirdik. Herkes yattıktan sonra da artık hazır olan mayayla ekmeği yoğurduk ve dinlenmesi için bırakıp yattık.

Ve bugüne geldik... Bu sabah, Mine ve Tez haricindeki ekip çok erken saatte çalışmaya gittiler; biz dördümüz güzel bir kahvaltı yaptık. Ondan önce ekmeğin ikinci yoğurmasını aradan çıkardık ve kahvaltıdan sonra da ekmeği pişirip (şimdiye kadar yaptığım en iyi kabaran ekmek oldu bu arada) yola düştük ve tekrar Yeniköy'e geldik. An itibariyle de buranın demirbaş sakinlerinden Balıkçı'nın gelmesini bekliyoruz, gözümüz yolda.

Yarın Bayramiç'e gidip Deryalarla buluşacak ve onları ziyarete gideceğiz. 2 gün kalıp İstanbul'a geçeceğim. Ve olaylar gelişecek işte...

Ya bu arada yazmadan geçemeyeceğim: 7-8 aydır tanıyorum Mahir'i ama bu görüşmemizde ilaç gibi geldi yahu. İyi ki var!

Ha bir de... Aslında duygusal olarak pek dalgalandığım günlerden geçtim ama şimdi bunları anlatamadım. Güzel olurdu aslında... Neyse, gayet iyiyim şimdi.

3 Ocak 2014 Cuma

"Coşkun bir dün"den...

Şu anki (aslında dün geceden beri var olan) halet-i ruhiyemi kayda geçirmem, kendimi ifade etmem lazım. Önemli hissiyatlar bunlar.

Acayip coşku doluyum, bir süredir "kış uykusuna yattım" deyip duruyorum fakat aslında içimde biriktirdiğim şeyleri dışarı çıkarmak için fırsat kolluyormuşum. Düne kadar da çıkarıp duruyordum gerçi, son zamanlarda bir sürü yazdım-çizdim bloglara...

Ama dün öyle bir hızlandı ki her şey, bunlardan biraz bahsedesim var:

Seney-i devriyesi gelmek üzere olan "küçük şeyler" fikri, en az 5-6 aydır kafamın bir yerlerinde gezinmekte olan "kitap yazma" fikri, Ocak ayında gidip gitmemeye karar vermeye çalıştığım Council eğitimi ve gitmek istediğim ama kontenjan durumunun belirsiz olduğu TEGV'in bir eğitimi, bir yandan da yapmak istediğim düzeltmenlik/editörlükle ilgili bi'şeyler kafamda döner, ben bir yandan da Kurtlarla Koşan Kadınlar'ı okurken defteri açtım ve yan yana şunları yazdım:

Küçük Şeyler                              Kitabım                          Council

Bu işi çözmek lazımdı ve Council için, daha önce katılmış olan Begüm ve Yaprak'la konuştum ve -zaten niyetliydim gerçi ama- gitmeye karar verdim. Başvurumu yaptım, cevabımı aldım, gidiyorum.

Sonra "küçük şeyler"e mi el atsam artık diye düşünürken ve içimden sohbetler'e bununla ilgili bir yazı yazarken Emek aradı ve düzeltmenlikle ilgili çok fazla yardımcı olamayacağını, ama çeviri yapmak istersem bununla ilgili bir şeyler yapabileceğini söyledi. (Ona göndermiş olduğum e-mektupta "aslında çevirgen olmayı da deneyesim geliyor bazen" demiştim.) Bu konuda kendime çok güvendiğimi söyleyemem, hatta bir süredir İngilizce okumaktan ve konuşmaktan fellik fellik kaçıyorum ancak tam da bu nedenle bu konunun üstüne gitmeyi de istiyorum ve aslında İngilizce altyapım iyi, Türkçe altyapım ise gayet iyi olduğuna göre bunu yapabileceğimi de düşünüyorum. Emek bana 250 sayfalık bir kitaptan bahsetti ve sonrasında gönderdi hatta, kendimi deneyip bunu yapıp yapamayacağımı görmek istiyorum. (Bununla birlikte diğer koşturmacaların içinde buna -en azından şimdilik- muhtemelen yeterince zaman ayıramayacağımı kendisine de yazdım bugün)

Emek'le konuşmamız bitti, ben yazıyı da bitirdim ve paylaştım. Klasik heyecanlı bünye, duramadı ve hemen bir Facebook sayfası açtı. Halbuki yazıda, efendi gibi, konuya el atmak isteyen arkadaşları bana e-posta göndermeye davet etmiştim. Sayfayı açmakla kalmayıp bir sürü de kişi davet etmiş bulundum ve sonrasında bu sayfa üzerinden tartışma açmaya çalıştım. An itibariyle birkaç başlık altında yapılan birkaç yorum var, bununla birlikte bir an önce (belki yarın, belki yarından da yakın) uygulamaya da geçecek gibiyiz. ((:

Council ve küçükşeyler'le ilgili adım attıktan sonra bu gazla bir de kitabın ilk ciddi girişimine girmiş buldum kendimi. Bu konunun 5N1K'sını yazdım, çizdim kendi kendime. En azından nereden tutabileceğim hakkında fikirlerim var, an itibariyle.

Tabii sonra bir anda panik haline girdim. Zira küçükşeyler'le, kitapla ilgili ilk adımları atmış, tam olarak aklımda yokken "çeviri" denen şeyi hayatıma alma denemesi yapmaya karar vermiş, Ocak ayında İstanbul'da bir veya iki tane eğitime katılmaya karar vermiş, bunlar yetmez gibi daha bir sürü irili ufaklı şeyi de kafasından geçiriyor idim. Hepsini alt alta yazdım ve yanlarına da 1-2 cümle yorum.

Örneğin;

"- Meditasyon - İhmal etme abi, her gün...
- Kitap - Beslenmeye devam...
- Yemek - Rölantide devam..."
gibi...

Sonra da bilgisayarı kapatmayı başarıp Burcu'yla konuşup tüm bu coşkuyu aktarıp telefonu kapatıp şimdiye kadarki en uzun meditasyonumu yaptım (saate bakmadım ve o anlarda zaman mefhumundan çok uzaklaştım ama yarım saate yaklaşmış olabilirim sanki) ve gittim yattım.

Biraz döndüm, bu coşkuyla hemen uyuyamadım ama çok da sürmedi. Çok acayip rüyalar gördüm fakat bölük pörçük aklımda. Geç yatmama rağmen de erken kalktım ve hayat devam ediyor işte...

Coşkuyla...

Yine hamiş: Yazıyı yazdım, paylaştım ve o an kargo geldi ve fotoğrafta gördükleriniz elime ulaştı. 3 kitap daha yolda işin güzeli. İyice kendimden geçmiş durumdayım...