26 Ağustos 2013 Pazartesi

Dün ve bugünden kalanlar ve 'yarın'

Hızımı alamadım ve devam ediyorum. Hem bir önceki yazıda bahsettiğim 'yarın'ı yazmak için, hem de o yazıyla ilgili olarak da tamamlanmış hissetmediğim için. Açıp açıp, teşekkür kısmına birilerini ekliyorum, sonra bazı cümleleri değiştirip duruyorum, falan... Bir yandan en beğendiğim yazılarımdan biri oldu, bir yandan da -tabii kapsamı da çok geniş olduğu için- eksik kalan bir sürü şey kaldı sanki.

Mesela teşekkür kısmını detaylandırasım var. En azından birkaç kişiye... Geçen yazıda da yazdım; annem, birçok annenin olacağı gibi, bu süreçte hep çok endişeliydi. Göçebeliğe başladığım günün ertesinde telefonda bana 'Öyle bir şey yaşayacağıma öleyim daha iyi!' diyen oydu mesela; onun için bu kadar korkunç bir süreç benim yaşadıklarım. Ve bu sürece karşı böyle hissetmesine rağmen yine de iyi dayandı ve içişlerime hiç müdahale etmedi. Cidden tebrik etmek lazım kendisini. Babam da, yine birçok babanın olacağı gibi, nispeten daha az endişeli de olsa, 'hayatın gerçekleri', 'para kazanma zorunluluğu' gibi -aslında kendi kurgumuz olduğunu düşündüğüm- konulardan dolayı daha 'normal' bir yola dönmemi tercih ederdi belki ama yine de hep arkamdaydı, engel olmaya çalışmadı... 'Doğal yaşam' desem "paramız olsa keşke de bir yer alsak sana" dedi, 'pansiyon falan mı işletmeli' diye düşünsem bulduğu pansiyon, kamp yeri, apart otel ilanlarını gönderdi hep bana.

Sonra İstem, eşyaları dağıtmaya henüz karar vermediğim zamanlarda tüm bir odasını bana açtı; sonra dağıttım eşyaları ama yine de bir valiz, bir koli ve birkaç ıvır zıvırım onda, İstanbul'da onun evi benim için üs haline geldi. Bir ihtiyacım olup olmadığını soran çok kişi oldu ama Levent, Bülent ve Neslihan'ı ayrı tutasım var. Özellikle Levent'in, ben ne kadar "Yok yok uzun bir süre bir şeye ihtiyacım yok." desem de, her seferinde sorması çok kıymetli. Bülent ve Neslihan'ın her şeylerini önüme sermeleri ve onların da 'Sana fon oluşturalım' fikirlerini paylaşmaları da... Ayrı tutasım var deyip 3 isim andım ama hemen başkalarına haksızlık yaptığım hissiyatı dolanmaya başladı içimde. Yine beni hep destekleyen, evlerini açan, eşyalarını paylaşan herkesten bahsetmek istiyorum aslında ama çok uzar... Sonra Begüm'ün varlığı ne kadar kıymetli. Birlikte yapmış olduğumuz Armağan Ekonomisi 101 atölyeleri ve tam da bu atölyeler sırasında ve birlikte geçirdiğimiz bir hafta boyunca kendimi daha da güçlenmiş hissetmemi sağlayan kişidir; ve bu güçlenmişlik hissiyatı daha da artıyor günbegün. Oluşturdukları cennet Flora'nın kapılarını -sadece bana değil- tüm dostlarına sonuna kadar açan, "Gel, burada hayata katıl, hem bize destek ol, hem kendini sına." diyen, birkaç gidişten sonra orada kalmaya karar verdikten ve -güya- oraya yerleştikten sonra patlayan Gezi direnişi sonrasında apar topar ayrıldığım ve sonrasında tekrar gitmeye güç ve yeterince istek bulamadığım, ama buna karşın hiç olumsuz tepki almadığım ve kapının bana hala açık olduğunu hissettiren, orada bulunduğum her an kendilerinden bir şeyler öğrendiğim ve daha öğreneceğim çok şey olan Ayşe ve Selahattin'e ne desem, ne yazsam yetmez. Sonra Filiz var mesela... Onun bana olan etkileri doğrudan değil, daha dolaylı. Ama son 1 yılda karşıma çıkan, benim için 'yeni' olan neredeyse her şeyde parmağı var, ya bu 'yeni'liklerin gelişmesinde katkı sağlamış, ya da bizzat önayak olmuş/oldu. Ona da çok şükran doluyum. Daha da var ama bir de Burcu'ya yer açıp bitirelim. O da tüm varlığıyla, duruşuyla, sorgulamalarıyla, hayalleriyle hayatımı o kadar zenginleştirdi ve zenginleştiriyor ki...

30+1 yılda (son 1 yılı ayrı yazasım var) epey şey gördüm, farklı deneyimler edinme şansım oldu vs. Kitaplar okudum, filmler izledim, ülkede ve dünyada katliamlara ve çok boktan olaylara, nadiren de güzelliklere tanık oldum. Bazen çok umut dolu, bazense tam tersi hisler dolaştı içimde.

Tüm bunlar ve özellikle son 1 yılın sonucunda, -tam da şu anda- bugüne ve yarına dair neler geçiyor aklımdan biliyor musunuz?

Büyük çoğunluğumuzun hayatlarını boş yere harcadığı,

Sadece ve sadece kiramızı ve faturalarımızı ödeyebilmek, beslenmek ve barınmak için, yani sadece olmazsa olmaz temel gereksinmelerimiz için tüm hayatımızı ipotek altına alıp boka çevirdiğimiz,

7 iş değiştirdikten sonra ve ailem ve arkadaşlarım vasıtasıyla yüzlerce 'iş' hakkında edindiğim bilgilerin bir toplamı olarak iş hayatının -ve aslında tüm sistemin- tam bir fiyasko olduğu,

Bütün bunların hem sebebi, hem de sonucu olarak, aşırı ve gereksiz tüketimimizi gördüğüm,

Dünyanın, sadece insanların keyfi için kaynakları yağmalanası bir yer olmadığı, tüm canlılarla birlikte bir bütün olarak yaşamaya başlamamız için yarının çok geç olduğu, hepimizin acil kendi adımlarını atması gerekliliği,

Doğadan ve topraktan kopuşumuz ile kendimizden kopuş arasında çok önemli bağlantı olduğu, hatta belki de bu ikisinin tam da aynı şey olduğu,

Doğal yiyeceklerle beslenmenin hem vücut, hem zihin, hem de ruh açısından çok ama çok önemli olduğu,

Bu 'doğal yiyecekleri' mümkünse kendimizin de yetiştirmesinin çok daha iyi olduğu,

Hayatta sırtımıza binen tüm sorumlulukların bizi kamburlaştırdığı, çökerttiği, çöktükçe kafamızı kaldırıp bakmanın iyice zorlaştığı ve hatta imkansızlaştığı; bu nedenle kaybettiğimiz her dakikanın işleri daha da zorlaştıracağı,

Kendimizi bulabilmek için -mümkünse- tüm sorumluluklarımızdan sıyrılmamız gereken bir zaman dilimini kendimize borçlu olduğumuz,

Yazmanın -galiba- kendimizi bulabilmek için yapılacak en önemli alıştırma olduğu,

Başka bir dünyayı hayal etmenin bizi bir yere götürmeyeceği, hemen şimdi harekete geçmemiz gerektiği; Mülksüzler'de dendiği gibi devrim yapılamayacağı, devrim olunabileceği; kendi 'başka bir dünyamızı' hemen şimdi inşa etmeye başlama gerekliliğimiz,

Aynı minvalde, Gandhi'nin dediği gibi dünyada görmek istediğimiz değişimin kendisi olmamız gerektiği,

Vermenin güzelliği ve almaktan da korkmamanın önemi,

Kendine yeterliliğin büyük bir yanılsama olduğu gerçeği,

Hayatın topluluklar içinde ve dayanışma/birbirimizi tamamlama ile güzel olduğu gerçeği,

Tükettiklerimizle bağımızın kuvvetlenmesinin önemi,

...

gibi şeyler geçiyor işte. Neredeyse her anım, tüm zamanım bu düşünceler ve türevleriyle geçiyor. Hiç de şikayetçi değilim. Yazıya başlarken bunları yazmak gibi bir niyetim yoktu ama akıverdi kendiliğinden.

'Yarın'a geliyorum şimdi de nihayet. Ama bu kısmı -umarım- kısa tutacağım.

Yarınımın bana ne getireceğini çok iyi bilmiyorum. Ama artık bir vizyonum var. Belki asla ulaşamayacağımız, belki de kısa bir süre sonra mümkün olacak, ama ne olursa olsun bu yönde kafa patlatmaktan ve fikir üretmekten vazgeçmeyeceğimi sandığım vizyonuma göre, devletlerin ve tabii ki mülkiyetin olmadığı, birkaç yüz kişilik topluluklar halinde yaşadığımız, paranın zamanla ortadan kalktığı, herkesin sevdiği ve keyif aldığı işleri yaptığı ve tam da bu sayede kimsenin aslında 'çalışmak' zorunda kalmadığı; insanların keyif alarak ürettiklerini 'armağan ekonomisi' kapsamında özgürce ve fütursuzca birbiriyle paylaştığı, biriktirmek, yarını sağlama almak gibi kaygıların olmadığı bir toplum yaratmak gerekiyor.

Bu, elbette ki benim yapabileceğim bir şey değil, olacaksa kendiliğinden olacaktır.

Peki kendi hayatımda ne istiyorum, bir nevi misyon yani. Aslında yukarıda yazdıklarımın mikro halini uygulamaya koyabilmek istiyorum. Sayısını bilmesem de, galiba en azından 10 kişi ile, zamanla kendine yetecek kıvama gelen, teknoloji gibi konular haricinde dışarıdan herhangi bir 'mal' almak zorunda kalmayan, kendi yağında kavrulan, (satın almak zorunda kaldığı şeyler için ve seyahat masrafları için çok az miktarda para kazanması gerekebilir ya da sabit bir gelir varsa, bu kullanılabilir) elbette ki doğayla uyumlu yaşayan, tüm bunları yaparken dışarıyla iletişimini de kesmeyen ve diğer insanlara, topluluklara ilham veren, aynı şekilde sürekli öğrenen, iş bölümünün doğal yollardan, yani kişilerin ne yapmak istediklerinden yola çıkarak gerçekleştiği, büyümeye, değişmeye, gelişmeye her daim açık, -meli -malı'ların barınmadığı, grup içinde de mülkiyetçi olmayan bir topluluk oluşturmak, diye özetleyebilirim. Tabii buradaki her bölümün üzerinde uzun uzun konuşmalı, tartışmalı, fikir yürütmeli vs. Ama ana hatlar bunlar sanki...

Evet benim varmak istediğim yer bunun gibi bir şey işte. Topluluk oluşturma konusu, son zamanlarda birçok kişinin hayali ve her geçen gün bu kişiler arasında iletişim artıyor. Mesela dün Begüm'le bir grup oradan-buradan bu yönde hayalleri olan insanlar olarak buluşsak, toplansak diye düşündük ve Ekim'de bir toplaşma organize etmeye çalışıyoruz. Şimdiden çok heyecanlıyım ve farkında olmadan bu toplantı için ilk çalışmamı da, yukarıda sizlerin huzurunda yapmış oldum.

Bu hayal ve toplantı düşüncesi bir yana, bir süre daha (en azından bu kış) ekolojik çiftlikleri ve oluşmaya başlayan diğer bazı toplulukları ziyaretle, yoruldukça İstanbul'a dostlara veya aileye sığınarak geçecek gibi görünüyor. Sonrasında da topluluk oluşturma adımlarını atmamıza çok mu var, az mı, onu anladıkça ona göre diğer adımlar gelecek gibi görünüyor. Ufak bir pansiyon hayalim nüksediyor zaman zaman, bazen de sivil toplum yine beni çağırıyor gibi hissediyorum mesela. Ama dediğim gibi, galiba en azından Bahar'a kadar aynı bu şekilde ilerleyecek gibi hayat. Sonrasına bakıcaz...

göçebe'nin bir yılı

Zor bir işe al atacağım şimdik. 3 Eylül 2013, yani haftaya Salı, evimi boşaltıp göçebe hayata geçişimin yıl dönümü. 3 Eylül itibariyle, tam 1 yıldır, evsiz-barksız, zaten bir süre öncesinden işsiz, bir sırt çantası haricinde eşyasız yaşıyor olacağım. Bu da bir çeşit değerlendirme yazısı gibi bir şey. Yarın yola çıkıp Çanakkale yollarına düşeceğim; bu Perşembe'den bir sonrakine Anadolu Jam 2013'te bulunacağım; sonrasında da şimdilik tam olarak nasıl dolduracağımı bilmediğim 3-4 günlük bir boşluktan sonra Likya Yolu yürüyüşüne başlayacağım için, büyük bir ihtimalle uzunca bir süre yazamayacağım. Bu değerlendirme yazısını da, tam yıl dönümünde yazsam sanki daha anlamlı olurdu (kendi uydurduğumuz saat-gün-ay vb. kavramlara bunca önem verişimiz de ayrı bir tuhaflık ya...) ama pek mümkün olamayacak diye erken yıl dönümü yazısı kabilinden basıyorum tuşlara.

'Zor bir iş' diye başladım, zira 1 yılda çok şey oldu. İstatistik bilgiyle başlamak belki kolaylaştırır hayatımı, Haziran ayında şöyle bir geriye dönüp saymıştım da, -eksik saymadıysam- İstanbul'da 15, İstanbul dışında da 15 olmak üzere toplam 30 ayrı yerde kalmıştım; şimdi hafızamı hızlıca gözden geçiriyorum ve, -yine eksiğim olabilir ama- İstanbul'da 17, İstanbul dışında ise 18 yere ulaşıyor gibiyim, toplam 35 ayrı yer yani. Bunlardan İstanbul'dakilerin tamamı arkadaşlarımın evlerinden, İstanbul dışındakiler ise anne, baba, arkadaş evlerinden, ekolojik çiftliklerden, bir otel ve bir kamp alanından oluşuyor kabaca. Detaya inmek var şimdi ama gerek de yok sanki...

1 yıl geriye, 26 Ağustos 2012'ye dönüp baktığımdaki tablo bugünkünden çok farklı ve bu 1 yılda çok yol kat ettiğimi görüyorum! Temmuz'da işinden ayrılmış ve bir yandan iş başvuruları yaparken diğer yandan yeni bir işte çalışmaya hazır olmadığını yeni yeni keşfeden, bu işten ayrılırken almış olduğu tazminat ve 8 ay boyunca alacak olduğu işsizlik maaşı sayesinde yaklaşık 1 yılının garanti altında olduğunu fark eden ama sonrası için endişelenen, evini boşaltmaya ve masraflarını iyice kısmaya karar vermiş, -çok kısa bir süreliğine de olsa- nihayet aşka yakın bir duyguyu yaşamış, zaten Anadolu Jam 2012 sonrası genel olarak duygularının daha fazla farkına varmaya başlamış, tam olarak ne yapacağını bilmeyen ama tam da bu bilinmezlikten ötürü kendini tamamen rüzgara bırakmaya hevesli biri var karşımda.

Bugüne, 26 Ağustos 2013'e döndüğümde ise, 14 aydır bilerek ve isteyerek çalışmayan, tazminat ve Mart'a kadar aldığı işsizlik maaşının yanı sıra çok çok aşağıya düşürdüğü masrafları sayesinde (bir de satmış olduğu birkaç büyük baş eşya ve spor üyeliği falan da var) hala maddi bir sıkıntısı olmayan ve epey bir süre daha olmayacak gibi görünen, zaten bu konuyla ilgili neredeyse hiç kaygısı kalmayan, akışa çok güvenen, yerleşik hayatı, yemek yapmayı ve diğer bazı konforları özlemiş olmakla birlikte henüz bu sürecin devam ettiğini gören, her saniye 'başka bir dünya' oluşturmanın hayallerini gören ve bu yönde adımlar da atan, çok güzel, çok doyurucu ve çok destekleyici bir birlikteliğin içinde yer alan, hala 'tam olarak' ne yapacağına karar vermiş olmamakla birlikte bu konuda çok ciddi yol kat etmiş birini görüyorum.

357 gün önceki ve bugünkü Emre'ye bakınca ana hatlarıyla bunları görüyorum. Bu arada elbette ki bütün bu süreç pat diye evi boşaltmamla veya Anadolu Jam sonrası veya son istifam sonrası başlamadı. Şimdi dönüp baktığımda yıllara yayılan bir değişim ve uyanma görüyorum ve bugünkü emre'yi meydana getirdiği için yaşadığım her şeye şükrediyorum. Bugünkü emre çok matah diye söylemiyorum bunu, ama kendimden, geldiğim noktadan ve gideceğim yerlerden çok memnun olduğumu da paylaşmak isterim.

Mesela 2006-2007'de Arçelik'ta çalışırken ve 'daha iyi bir iş' ararken bunda muvaffak olsaydım, bugün olduğum insan olmayacaktım belki.

Mesela Arçelik'ten geçiş yaptığım ve katiyen 'daha iyi bir iş' olmayan TEB UCB, ben çalışmaya başladıktan 4 ay sonra kapanma kararı almış olmasaydı...

Sonra, 4 aycık çalıştığım UCB'de tanıştığım Emin ve Deniz'le hala süren dostluğumuz, yıllardır ülkeyi, dünyayı kurtarma, kendi yönümüzü bulma ile ilgili sohbetlerimiz olmasaydı, kat'iyen bugünkü ben olmayacaktım.

Sonra 6 aylık işsizlik dönemini yaşayıp, sonrasında yönümü insan kaynaklarına çevirmeseydim, Profil International'da -ilk birkaç ayı hariç tutarsak- çok mutsuz olmasaydım, mesailere, anlamsız çalışmalara ve diğer baĞzı şeylere isyan etmeseydim, bir gün işten kaytarıp tuvalette zaman öldürürken aynada traşlı yüzüme ve üzerimdeki cekete ve kravata bakarak kendime "bu sen değilsin!" demeseydim, sonrasında istifa edip bir süre Alanya'da bambaşka bir hayata kendimi atmasaydım da çok farklı olurdu.

Sonrasında İstanbul'a dönüş, sivil toplumla -geç de olsa- tanışma, çeşitli örgütlerde gönüllülük, önce YÖRET Vakfı'nda, sonra TEGV'de çalışma, -görece- daha keyifli bir iş hayatı, ama yine hayal kırıklıkları, yine şu anda çok abuk gelen mücadeleler, ego savaşları vs...

TEGV'den ayrılma arefesinde ve sonrasında, en beğendiğim ve içinde yer almayı çok istediğim iki sivil toplum örgütü olan Greenpeace ve Uluslararası Af Örgütü'nde çalışma şansını ucu ucuna yakalayamamış olmasam, ben yine bugünkü ben olmayacaktım.

Tabii ki daha öncesine, detaylara, diğer birçok kişiye inebilirim ama benim yolum genel olarak iş hayatı çerçevesinde ilerledi, değişti... Ve 2012 Temmuz başında işten ayrılış, aynı ayın sonunda hayatımda çok önemli yeri olan Jam ve sonrasında da evi boşalttığım gün 3 Eylül 2012'ye böyle geldim işte.

3 Eylül itibariyle de bu blogda, biraz daha öncesinden itibaren de şu blogda atıp tutuyorum zaten. Bazen (özellikle göçebe günler'de) çok mu detaya giriyorum, çok mu gereksiz paylaşımlarda bulunuyorum, diye sorgulamıyor değilim ama nasıl geliyorsa öyle yazıyorum işte. Bir ara yayından da kaldırmıştım mesela ama sonra geri koydum. Mesela tam şimdi de, bir yandan yazdıklarımdan çok mutlu hissediyorum, bir yandan da fazla detaya girdiğimi düşünüyorum. Ama kendimi ve hayata bakışımı olduğu gibi anlatabilmem için bu detaylar; onları yazmazsam eksik kalacak çünkü.

Bütün bunları yazma nedenlerim ise şunlar sanki: Öncelikle çok unutan bir insanım, birçok şey yaşıyor, sonra bunların çoğunu unutuyorum. Yazdığım takdirde geri dönüp okumak çok iyi geliyor ve yaşadıklarımı, hissettiklerimi taze tutmama yarıyor. Ayrıca kendi yazılarımı okuyarak kendimden bir şeyler öğreniyorum. Hem yazmak önemli bir düşünce pratiğiymiş, bu süreçte bunu çok iyi anladım. Zihin bomboş gibi gelirken  bile yazmaya başladığımda neler dökülüyor neler... Bunları blogda yazıyor olma nedenim ise, hem sadece kendime yazmak için bunca zahmete giremeyen üşengeç kişiliğim, hem de tanıdık/tanımadık 'birilerine ilham olurum belki' umudum. Bu sonuncusu çok önemli ve tanıdığım/tanımadığım dostlardan aldığım tepkiler, yorumlar- e-postalar beni çok mutlu ediyor; bu blogları okuyan bir avuç insan bunları okurken kendinden bir şeyler buluyor, bazısı takdir ediyor, bazısı imreniyor ve belki kıskanıyor, bazısı yola çıkmak için veya yolda kalmak için güç kazanıyor vs. Yani bir nevi deneme tahtası haline getirdiğim hayatım, birilerini harekete geçiriyor veya en azından baĞzı şeyleri sorgulamaya itiyorsa ne mutlu bana! Ki o kadarını yapıyor, bunu biliyorum. Bu arada epey küçülttüğümü düşündüğüm egoma da iyi geliyor tabii tüm bunlar; takdir edilmek, imrenilmek, desteklenmek...

Yukarıda ilham verdiğimden, sorgulattığımdan bahsettim ama bana da ilham veren, doğrudan ya da dolaylı olarak beni güçlendiren kimseler var, adlarını anmazsam olmaz (sanki oscar aldım da teşekkürlere geçtim, hadi hayırlısı) : Hepsiyle de son 1 yıl içinde tanışmış olduğum, çok farklı hayatlar yaşayan veya yaşama hayalleri olan ve bu doğrultuda kendisini denize atmış dostlarım Burcu'ya, Bülent'e, Ayşe ve Selahattin'e, Begüm'e, Filiz'e, Ayşegül'e; şimdi gittiğim yolla ilgili daha rahat olsalar da, zaman zaman frenlemeye çalışmakla birlikte yolumu kesmeye çalışmayan, ilk zamanlarda çok endişelenen annem ve az endişelenen babama; ne zaman sakinliğe, kafamı ve içimi dinlemeye, durmaya ihtiyacım olsa (son 3-4 hafta olduğu gibi) pat diye Alanya'ya gelebilip pek rahat ettiğim için, anneme ve Emir Abi'ye; dahası bana evini açan 35 civarında kişiye; doğrudan ya da dolaylı şekilde, kimi zaman bir kararlarından, kimi zaman -bana göre- yaptıkları hatalardan, kimiz zaman önerdikleri ve hatta elime tutuşturdukları bir kitaptan, kimi zaman bir olay karşısındaki tepki veya tepkisizliklerinden, bazen de bir bakışlarından çok şey öğrendiğim Elif, Umman, Özgür, Özcan, Argın, Neslihan, Balıkçı, Hülya, Birbilen, Bürgito, Emine, İstem, Özlem, İşlev, Ceren, Emek, Balaban, Aslı, Filiz, Emir Abi, Murat ve Dilşad, İdil, Levent, Ceren, Ömürden'e ... yok yok böyle olmayacak, duruyorum; zira devamı geliyor ve bitecek gibi değil. Ama o veya bu şekilde hayatıma giren herkesten bir şeyler öğreniyorum ve buna çok kıymet veriyorum. Bundan kelli burada adı geçen ve geçmeyen tüm dostlara çok teşekkürler.

Farklılıklar olsa da benzer süreçlerden geçen Burcu, blogunda 'dün', 'bugün', 'yarın' diye 3 yazı (sondan 2, 3 ve 4. yazılar, öneririm) yazmıştı. Tam bu satırlara gelince fark ettim ki, bu da benim 'dün' ve 'bugün' yazım oldu sanki. Şimdi bunu yayınladıktan sonra, enerji ve istek bulursam ben de bir 'yarın' yazısı yazarım belki. Bilmiyorum yapabilecek miyim... Neyse şimdilik bu kadar...

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Çok güzel on gün - 2

Bu sabah tam 7:30'da tepeyi aşan güneş ve havanın bir anda çok ısınması sonucunda açıkta kalamadık fazla. Kalktık, kahvaltı falan hazırladık, yedik. Sonra da hazırlanıp, eşya paylaşımı yapıp yola düştük tekrar. Hiç yetmedi tabii. Zaten bir sürü satır ayırdığım evi bir kenara koymak lazım, asıl Umman'la sohbet-muhabbet hiç yetmiyo. Neyse gideriz nasıl olsa yine.

İvit yola düştük, caddeye kadar yürüdük. Kızıyla tatile çıkmış bir anne aldı bizi aracına. Bir yandan araçtan inip bize yardımcı olurken diğer yandan "Hiç de yapmam böyle şeyler ya..." diye söyleniyordu. O da anlattıkça anlattı, kızı içinmiş bu tatil, iş dolayısıyla çok görüşemiyorlarmış falan... Sonra İsviçre'ye (Zürih) gitmiş, oradaki deneyimlerinden, oradaki uygarlığın geldiği noktadan, korna sesi duymadan geri geldiğinden falan bahsetti. Artık kafasına hiçbir şeyi takmamayı öğrenmiş, son 1 yıldır zaten çok değişmişmiş; bütün bunları anlattı bize. Zaten beni aracına alan insanların neredeyse tamamının paylaşmaya, anlatmaya aç olduklarını fark ediyorum. Muhtemelen çoğu farkında değil ama bu açlıklarını da yatıştırıyorlar o arada. Bir nevi terapi gibi, ne güzel...  Antalya-Kaş yoluna, Olimpos sapağına vardık; onlar ana-kız Tahtalı dağına doğru yola çıktı; biz de Burcu ile iki yöne ayrıldık. O Kalkan'a doğru ailesiyle tatil yapmaya gitti, bense yine dönüp dolaşıp Alanya'ya geldim. 28'inde Jam için Bayramiç'te olacağım ve sonrasında Likya yoluna düşeceğimiz ve sonrası da belirsiz olduğu için biraz daha sakin kalmak istiyorum. Bir de kafamda çok fazla fikir, düşünce, içimde çeşitli duygular, defterlerde ve bilgisayarda toparlanması gereken notlar vs. var. Bütün bu toparlamanın tam zamanı şimdi; yoksa iyice dağılacağım.

Geliş yolumu da anlatıp bitiriyorum. İlk araç Şırnak'lı 3 adamdan oluşuyordu. Şoför Latif başta olmak üzere çok sevdim adamları. Kürtler'in zorunlu politikliklerinin sonucu oluşan bilinçleri çok yüksek gerçekten. Ayrıca çok okumuşlar, gerçekten de çok biliyorlar. Diyarbakır'da öğretmenlik yapan bir arkadaşımın bi' ara dediği gibi, o tarafların ortalama (hatta belki zayıf) bilgiye sahip insanı, Batı'nın entelektüelinden çok daha bilgili, çok daha dolu. Hem çok okuyorlar, hem de birçok şeyi birinci elden yaşadıkları için çok daha iyi algılıyor, analiz ediyorlar vs. Neyse işte, bu 3 adamla -ve özellikle de Latif'le 1 saate yakın süren yolda çok şey konuştuk. Önce yollardan, tatilden falan bahsederken konu Gezi direnişine de geldi, anarşizme de. Kürtler'in bu direnişi destemekle birlikte neden mesafeli kaldıkları, Batı'nın medyanın pisliklerini yeni fark etmeleri, toplu muhalefetin ve birbirine destek olmanın önemi, sendikalar, CHP'nin hali ve ulusalcılık ve daha neler... Bi' ara tam da içimden bana artık tüm bunların eskisi kadar anlamlı gelmediğinden, birçok şeyi baştan kurmamız gerektiğinden, topluluklar oluşturmaktan ve biraz anarşizm fikrine olan yönelişimden bahsedecektim ki "Anarşizm okudun mu?" diye sormaz mı Latif! Bir sürü isim ve kitap saydı, bir tekini bile okumadığım; ben de ona Bolo Bolo'dan, Mülksüzler'den falan bahsettim biraz. Bunları konuşurken de yolculuk bitti zaten. Onlar Konyaaltı plajına yönelirken ben de 2 otobüs değiştirerek Antalya-Alanya yoluna çıktım.

Oyy dünyaları yazdım ama bitmiyor. Şimdiki çok bomba mesela. Alanya yoluna çıktım ve birkaç dakika sonra biri durdu. Mustafa Konya'ya gidiyormuş; yani Manavgat'ı biraz geçene kadar onunla gidebilecektim. Binmemle çok ilginç sohbetimizin başlaması bir oldu. Daha ilk başta Kemer'den -Ankara'da yaşayan- sevgilisiyle yaptığı tatilden döndüğünü öğrendim, ama Mustafa dert yanıyordu: "Ahh Emre ben kadınlardan çok çabuk sıkılıyorum, 3 geceden sonra iş bitiyor; iğreniyorum, tiksiniyorum yavv!" diye ahlandı biraz ((: Meğer tatili bile bir gün erken kesmiş sıkıntıdan. Abisine kendini aratmış, "Nee, öyle mi, kırılmış mı, hemen geliyorum!" demiş ve kızcağızı otobüsle Ankara'ya gönderip kendisi de arabaya atlayıp Konya'ya doğru yola düşmüş. Ha bu arada 34 yaşında olmakla birlikte 16 yıllık evli, 15 yaşında oğlu var falan... Tabii aldatma, kadın(lar)ı hor görme gibi konular hoşuma gitmiyor ama anlatışı falan o kadar komikti ki, gülerek yazıyorum şu anda da bunları. Sonra bi' ara marketin önünde durdu ve aynen şu konuşma geçti aramızda:

Mustafa - Arkadaşım ne içersin?
Emre - Ben bi'şey içmiyim, mataramda suyum da var zat...
Mustafa - (Dişlerini sıkarak) Arkadaşım ne içersin, dedim!
Emre - Ya ben cidden istemiyorum, yani kibarlıktan değ...
Mustafa - Arkadaşım ne içersin?
Emre - Tamam ben de geleyim de bakayım bari

İşte bu konuşmadan sonra soda içmek durumunda kaldım ((: Gerçi iyi de geldi. Başka başka, mesela Antalya'da çalıştığı dönemi, gençlik yıllarındaki jigololuk deneyimlerini anlattı, hiç kimseyi 'affetmediği'nin altını çizdi; kendisi için değil de ülkesine hizmet için yapmış bunları ((: Daha bi'sürü şey vardı da şimdi gelmiyor aklıma. Gelirse eklerim sonra.

Konya'ya saptığı yerde beni indirdi ve bu sefer de başka bir Mustafa'nın aracı ile Alanya'ya kadar, hatta evin kapısına kadar geldim. Meğer komşuymuşuz Mustafa abiyle. Hemen üstümüzdeki sokakta, benim buradaki balkon ile aynı hizada bir evde yaşıyor. Çok bağırmama bile gerek yok, ortalama bir sesle seslensem duyacak beni, o kadar yani ((: Böylece bizim deli yokuşu koca çantayla çıkmamış oldum, iyi de oldu. Bu arada Mustafa abiyi pek sevdim, zaten o yüzden seslenirim belki. Daha uzun uzun sohbet edesim çok geldi. Emekli müzisyenmiş (bas gitar), şu anda eline bile sürmüyormuş. Uzun bisiklet turları yapıyormuş arkadaşlarıyla, hatta Aralık'ta Atina'ya kadar gideceklermiş... Yine Gezi direnişinden falan da bahsettik; eski bir devrimci olarak bu olaylara başta burun kıvırmış da gidip kendi gözleriyle görünce olayın ne kadar farklı olduğunu görmüş. Kendimden bahsettim biraz, "Çok iyi yapıyorsun" dedi. İşte bu minvalde sohbetlerle geçti son 50 km de.

Sonra da eve girdim, duş, yemek, 4 günlük aradan sonra internet... Bu çoook uzun yazıyı yazmaca (ikiye bölmeye karar vermece) ve an itibariyle nihayet bitirmece.

- Bu yazıyı yazarken bi' ara Siya siyabend dinledim. Daha önceden bildiğim ama çok da dinlememiş olduğum bir gruptu. Gruptan iki arkadaşla da tanıştık Umman'ın orada da, yeri gelmişken atıfta bulunup, bilmeyenlerle tanıştırayım istedim. Mesela http://www.youtube.com/watch?v=j2G_FA7weGk

Çok güzel on gün - 1

Yine çok keyifli günlerden bahsedicem; özellikle ilginç otostop hikayelerini de anlatmamazlık edemeyeceğim için oturdum bilgisayar başına.

Önce azıcık başa, yani son yazdığım zamanlara sararsak eğer, Burcu geldi ve 5 gün Alanya'da kaldık. Gayet güzeldi her şey. 2-3 kere denize gittik, 1 gün sıcağa rağmen kale yolundaki ormanlık alana gittik ve orada zaman geçirdik, onun dışında çoğunlukla evdeydik. Çok sohbetli, çok paylaşımlı, hayalimizdeki toplulukları kurmak üzerine konuştuğumuz çok dolu günlerdi. Kitap okuduk beraber, ki mest oldum bu zamanlarda. Okuduğumuz kitaplar (Bolo Bolo ve Ütopya) tam da hayal ettiğimiz dünyanın benzerlerini hayal eden başkalarının eserleri olunca çok farklı bir gözle okuduk; aralarda durup tartıştık, konuştuk; konu bambaşka yerlere gitti falan; ama çok çok doyurucuydu gerçekten. Bolo Bolo'yu yakınlarda okumuştum zaten, Ütopya'yı ise seneler önce. Ama tekrar tekrar elime almak isteyeceğim kitaplar gerçekten de...

5 günden sonra yola düştük. Alanya'dan Antalya'ya kadar birlikte gittiğimiz arkadaşımız azıcık ilginçti. Defaatle tekrarladığı şeyler şunlardı: "Tatilde günde 200-300 lira harcıyorum.", "Şu tatilköyünde şu kadar paraya yer bulduk.", "Ben aslında çok hızlı giderim ama şimdi siz varsınız diye yavaş gidiyorum.", "Gelirken bi' arabayla kapıştım, BMW bilmemkaç!", "Ben yalnızken kırmızı ışıkta da durmam hiç!", "Gelirken önümdeki araç diğerine şöyle girdi!", "Diğer bir araba böyle takla attı!", "Zaten azrail peşimde bu aralar, kovalıyor beni.", 'ölüm'lü nice cümleler ve daha neler neler. O kadar çok kazadan, beladan, ölümden bahsetti ki, dedim adam zorla ölümü çağırıyor, arada biz de kaynayacağız armut gibi. Neyse ki yırttık şimdilik.

Antalya'da, yine Jam'den arkadaşımız olan Orhan'la buluştuk ve -korkarım- bi' alışveriş merkezinin yemek alanında bir şeyler yedik. Öyle bir ortama girmeyeli -ne mutlu ki- ne kadar çok zaman geçmiş. Üst üste inanlar, masalar, çok gürültü, yağ kokusu vs. Gerçekten ortam kabus gibiydi ama Orhan'ı görmek güzeldi. 1 saat kadar sohbet edebildik ve tekrar yola düştük, zira istikamet Flora'ydı ve daha gidilecek yol vardı; üstelik hava kararmaya başlamıştı.

Alış veriş merkezinden çıkmamız, Antalya Güneşev'e ve topraksız sera pankartına rastlamamız (tam da böyle şeyler duyduğumdan bahsetmiştim Burcu'ya), oraya göz atıp, geç olduğu için ancak camlarından bakmamız ve yola düşmemiz, havanın karardığı zamanlara rastladı. Acaba karanlıkta rahat otostop çekebilir miyiz diye emin olmasak da gelen belediye otobüsüyle Kemer yoluna kadar çıktık ve -sanırım- 10 dakika bile beklemeden Mehmet aldı bizi arabasına. Mehmet dünya tatlısı bir adam. Çok da komikti ve aslında o da biraz tuhaftı. Bu arada kendimi de sürekli olarak 'tuhaf', 'cins' vs. olarak tanımladığım için insanlar için de rahatlıkla kullanıyorum bu sıfatları. Mehmet Diyarbakır'lı, geri dönüşüm işçisi, sokaklardan topladıklarını satarak yaşıyor. 15 yıl önce, kendi deyimiyle 'askerle 'dağ'ın arasında kaldığı için' göçmüş bu taraflara. Belli ki hep zor işlerde çalışmış ve zor da bir hayatı olmuş ama olayı çözmüş aslında. "3 günlük dünya işte, neyi paylaşamıyorlar, neyin kavgası bütün bunlar?" diye sorguluyordu olan biteni. Bunlar bir yana... Elleri bırakıp diziyle araba kullanıyor ve bununla ilgili bir hikaye anlatıyor, bir yandan kibrit arıyor (araba kendi kendine gidiyor bu arada), bulup sigarasını yakıyor, bir yandan "Ben eskiden çok hızlı giderdim de artık yavaş gidiyorum; ne gerek var?" diyor; ama nedense tam da bunu dedikten hemen sonra gaza yükleniyor; diğer geri dönüşümcü arkadaşlarıyla olan hikayelerini paylaşıyor... Anlatması zor ama bi' değişik izler bıraktı işte o da. Telefon alışverişi de yaptık, "İllaki beraber bira içecez seninle! Yolun düşünce ara mutlaka" dedi, "Buralarda bi' ihtiyacın olursa mutlaka ara!" dedi. Nasıl anlatayım ki... Öyle bir samimiyetle söylüyor ki bunları da...

Mehmet'in arabasından indik; Flora'ya giden orman yoluna saptık ve 1,3 km.lik tırmanıştan sonra tekrar cennetteydik. Gezi direnişi için ani bir şekilde İstanbul'a geçtikten 70 küsur gün sonra nihayet dönebildim oraya. Çadırım, eşyalarım bıraktığım gibi ormanın ortasında duruyorlardı. Ayşe ve Selahattin tüm aşırı tatlılıkları ve güler yüzleri ile bıraktığım gibilerdi; onun dışında da Seçil, bir süredir pek merak ettiğim Can, ayrıca Zeynep ve Cemal vardı. Çok fazla çalışmadığımız, işlerin azıcık ucundan tuttuğumuz 2 güzel gün geçirdikten sonra, Cumartesi günü ormana kilimi sermiş sohbet ederken ve kitap okurken Burcu 'Deniz beni çağırıyor.' deyince, düşündüğümüzden bir gün önce çıktık Flora'dan.

Yine o güzel orman yolundan aşağı doğru sallandıktan sonra bir araçla Çıralı kavşağına kadar gittik; orada da Vanessa ve Kerem'in aracına bindik. 'Bindik' dedim ama o kadar kolay olmadı. Birkaç dakika sonra yapacağımız sohbette öğrendiğimiz üzere, onlar da uzun süredir yoldalarmış meğer. Galiba 1,5 aydır falan... Gökçeada'dan başlamışlar, girmedik yer bırakmayıp, köylere de uğramayı ve 'Gezi'yi ve 'direnişi' anlatmayı ihmal etmeden Antalya'ya kadar gelmişler işte nerdeyse. İşte böyle uzun bir yolculuk için çok eşyaları vardı ve dağınıktı da arka koltuk. Bizim de koca koca çantalar, şunlar- bunlar ve Burcu'yu arka koltuğa zorlukla istifleyebildik. O kadar sıkışık görünüyordu ki orası... Kerem kapıyı kapamadan önce Burcu'nun boğulmaması için pencereyi açmayı akıl etti neyse ki. Ön tarafta da işler, fiziksel olarak çok iç açıcı değildi. Kerem'in yanına geçtim ve ikimiz de havada oturarak (!), (gerçi Kerem otomatik vitese duacıydı, tam havada sayılmazdı) gittik bir şekilde. Gerçekten biraz fazla tatlılardı. Hikayelerimiz de o kadar çok yerden kesişiyordu ki... Vanessa da uzun süredir çalışmıyormuş, Kerem'i tam anlamadım ama galiba o da... Gittiğimiz yerler, seyahatler, tanıdıklar, küçük detaylar... Her şeyimiz her yerden kesişti; çok ilginç bir hikayeydi. İletişimde kalmak için girişimde bulunsaydık aslında keşke ama o an şey edemedik. Sadece inerken Burcular'ın 'Bohçamda Anadolu'sunun blogunu haykırdım. Belki girerler...

Çıralı'da indik, 2,5 ay önce Flora'dan ayrılmadan bir gün önce tanıştığım Seyran-Erdemler'in dükkanına gittik. Biraz sohbet, birer bardak gelincik şerbeti, kalacak yer ayarlama konusunda destek (hatta oraya kadar götürdü de bizi Erdem) gibi güzel paylaşımlardan sonra Elif Camping'e vardık. Flora'ya ilk gittiğim zamanlarda Bülentler'den ödünç almış olduğum kolay açılır (tam 2 sn.de), çok zor kapanır çadırımızı kurup doğruca 'su'ya koştuk. Denizin berraklığı ve güzelliği, tam da hava kararmak üzereyken çok bi' güzeldi. Sonra akşam yemeği, sahilde birer sıcak bira (bkz. imamın abdest suyu), yatmaca...

Sabah kalkmaca, ilk iş denize girmece, sonra kahvaltı, sonra çardağa kurularak 2-3 saat yine kitap okumaca, sohbet etmece falan... Acıkmaya başlayınca ve canımız meyve falan isteyince marketin yolunu tuttuk. Meyve bulamadık ama yoğurt aldık, sonra küçüklüğümden beri yemediğim kaktüs meyvelerinden (frenk inciriymiş adı) kestik bıçağımızla. Bayağı güzel bi'şeymiş valla, unutmuşum. Tek sıkıntı, küçücük küçücük çok fazla diken var üstünde ve ne kadar dikkat etsen de yüzlercesi batıyor ele (1 günü geçti, hala tek tük batıyor). Ama çok çok acıtmıyor, az az acıtıyor (bkz. hızlı hızlı değil ama çabuk çabuk), hatta belki tatlı tatlı. Öyle işte, yiyiverdik ikişer tane mis gibin! Sonra da Umman'ı aradık, uygun olduğunu öğrendik ve kamptan ayrıldık. Tabii yazdığım kadar kolay olmadı bu! Kolay açılır - çok zor kapanır çadır gerçekten de ömrümüzü yedi. Bİr gün önce Flora'da az bi' çabayla becerdiğimiz işi ne yaptıysak halledemedik. Önce çalışanlardan birinden yardım istedik; o da kotaramayınca, olay mahallinden geçen 3 genç imdadımıza yetişti. Aslında nasıl yapılacağını onlar da bilmiyordu ve -arkalarından konuşmak gibi olmasın ama- başlarda hiç umut vaat etmiyorlardı ama bir şekilde bilmemkaçıncı denemede 4 kişi başardık. Bütün bu süreç yaklaşık 1 saat sürdü ve gerçek bir kabustu bu arada. Sonra denize girdik, serinledik ve yola düştük. Çıralı merkeze (yaklaşık 3 km.) giderken kimsecikleri durduramayınca ağır çantalarla yürümek durumunda kaldık. Erdem-Seyranlar'a kısacık uğrayıp sahilden Olimpos tarafına geçip yola kadar çıktıktan sonra (yaklaşık 3 km. daha) bir araba bizi aldı ve Umman'ın yeni evinin çok yakınına kadar götürdü. Umman'ın yeni evi aşırı güzel bu arada. Daha önce gittiğimiz, hatta benim bir hafta evine göz kulak olduğum ev de ayrı bi' güzeldi. Taş evdi o, bahçesiyle ve tüm varlığıyla tam bir köy eviydi. Burası ise biraz daha aşağıda ve sahile yakın, yine müstakil bir ev. Sağı orman, solu orman, bulunduğu arsa (belki 1 dönüm falan?) ve önü açıklık sayılır. Maalesef beton falan ama içi falan çok daha güzel yapılı, mermerli mutfağı, fayanslı yerleri var. Çok ferah! Yine çok güzel bir veranda, yine ortalıkta koşturan köpecik (Çakıl) ve kedicik (Kum) ve bilumum canlılık! Çok sevdik, çok vurulduk!

Bu arada o kadar çadır uğraşmacası, deniz, bi'sürü yol yürümek derken gerçekten tükenmiştik. Ama o halle bir de markete gittik beraber, bi'şeyler aldık falan... Sonra geldik eve; çardakta çok ama çok keyifli bi' yemek yedik. Gecenin sonunda uyku tulumlarımızı aldık ve aynı çardakta uyuduk. Sabaha kadar havlayan Çakıl'a rağmen çok tatlı bir uykuydu. Gece nispeten serinleyen hava, üstümüze esen rüzgar, sağımız, solumuz çam ağaçları ve yukarıda dolunaya yaklaşmış ay...

9 Ağustos 2013 Cuma

Yavaş günler...

Tam 2 haftadır Alanya'dayım. Arkadaşlarımdan herhangi birinin burada olmadığı her seferinde olduğu üzere hep evdeyim desem yeridir. Geldiğimden bu yana, köpek kurtarma etkinliğini saymazsak 2 kere denize (akşama doğru, ve bir-iki saatliğine), bir kere markete gittim; bir kez de annemlerle birlikte dışarıda yemek yedik; haa bir kez de koşmaya çıktım. Bir kez de çöp atmaya çıktım ama o sayılmaz di mi? ((:

Galiba bir haftayı geçti, güne Güneşe Selam serisini bir kaç kez tekrarlayarak başlıyorum. Sabahları 10-15 dk. yapılan basit bir egzersiz ne de iyi geliyor bünyeye. Yalnız 2 gün önce koştum ve son 2 gündür çok zorlanıyorum. Bünye bir süredir böylesine fiziksel etkinliklerden uzak kaldığı için kaslar kasıldı azıcık ve eğilip bükülürken epey canım yanıyor. ama iyi geldiğini hissediyorum da bir yandan... Neyse... Onun dışında internette ve kitap okuyarak, bir de icimdensohbetler'e bir şeyler yazarak geçiyor günler. Yazılardan birinin Yeşil Gazete'de yayınlanmış olması çok mutlu etti bu arada beni. Başka başka... Yemeğe el atıyorum bazı günler, dün annemin yönlendirmesiyle fırında mücver yaptık mesela, daha önce de muhtelif yemekler... Ha bi ara yine bi' kurabiye denemesi yaptık ama yine kurabikek oldu. Sevgi'nin tarifinde sıkıntı var gibime gelmeye başladı (yılların hamurişicisi annemle bile böyle olduğuna göre) ama o da bugünlerde evleniyormuş, canını sıkmayalım şimdi. ((: Nadiren içmemeyi başardığım akşamlar haricinde de rakılı makılı yemekler, bir de televizyonda bazen yakaladığım güzel filmler... Özellikle yıllardır merak ettiğim Slevin'ı izlemiş olmak çok güzeldi. İzlemeyenlere çok önerilir, çok değişik bir zeka ürünü bence film. Dün akşam yine yıllardır izlememiş olduğuma yandığım Dirty Dancing'i izledim mesela...

Kitap olarak da, ilk önce Z.Livaneli'nin Serenad'ını okuduktan sonra, geçen Sonbahar'da okuyup çok etkilendiğim kitaplardan önce Mülksüzler'i (LeGuin) bitirdim; şimdi de yine çok başarılı bulduğum Siyah Koku'yu (Gülayşe Koçak) okumaktayım. İkinci okumaların çok faydalı bir şey olduğunu da idrak etmekteyim bu arada. Güzel yerleşiyor zihne. Ha bir de Uykusuz, OT falan okuyorum çıktıkça. OT'u okumayanlara da öneririm, yeri gelmişken...

Çok mu lüzumsuz detaylara giriyorum acaba...

Evde otur otur canım sıkılmaya başladı aslında birkaç gündür ama neyse ki yarın Burcu geliyor. 8-9 gün buralarda olacak; canımızın istediğince takılacağız. Hep Alanya'da da kalabiliriz, bi ara Flora'ya veya başka bir yer(ler)e de geçebiliriz. Hiç bilmiyorum...

Burcu ayrıldıktan sonra da 28'inde Jam için Yeniköy'de olacağımı düşünürsek arada 10 gün gibi bir süre var. O 10 gün için de yapılabilecek bir sürü şey var. Flora'da takılmak, bir türlü gidemediğim Fethiye'deki ve Kabak'taki arkadaşları ziyaret etmek, Kuşadası tarafından gelen bir davete icabet etmek vs. Artık rüzgar nereden eserse orada/oralarda geçirmeyi düşünüyorum bu günleri.

Sonra 29 Ağustos-5 Eylül arası Jam var; sonra da Burcu, Zeyd, Furkan ve Efe (belki de daha fazla kişi) ile Likya Yolu'na düşeceğiz. Geçen yıl Ekim'de Hülya'cığım ile yaptığımız muhteşem seyahatten beri daha uzun bir süre için bu yola düşesim var ama anca ayarlayabildik. Görünen o ki, bi' aksilik olmadığı sürece en azından 15 gün kadar yürüyeceğiz; sonra da duruma göre devam edebilir, hatta belki tüm yolu (500 küsur km ve tamamını yürümek ortalama 30-40 gün sürüyor) bile yürüyebiliriz, kim bilir... Bugünlerde onun planlamalarını da yapmaya başladık işte...

Bu arada hayat ne acayip... 3 Mayıs'ta Göçebe günlerin sonu mu ki? diye yazmıştım ve en azından bir süre Flora'da kalmayı planlıyordum. Sonra Haziran direnişi başladı, ben çadırımı kurulu bir şekilde ve eşyalarımın %80'ini Flora'da bırakıp apar topar İstanbul'a gittim ve gidiş o gidiş, hala Flora'ya uğrayamadım bile. Şimdi de Likya falan sayıklıyorum... Flora ile tamamlanmamışlık hissettiğim gerçeği bir yanda, bir yere yerleşme düşüncesine zaman zaman yakın hissetsem de tam olarak hazır hissetmemem de diğer yanda... Aslında bir yere bağlanma ve sahiplenme hislerini de özledim, poff...

Dolayısıyla mesela önümüzdeki Sonbahar'da ne yapacağımı falan hiç bilmiyorum henüz. Bu durum beni endişelendiriyor mu? Pek değil. Ama yine de yazasım geldi işte bütün bunları.

Benim sağım solum belli olmaz ama bir süre yazamayabilirim bloglara; yine yollara düşmece kapıda zira.