30 Ekim 2013 Çarşamba

İstanbul...

En son İstanbul'a gitme konusunda kararsızdım ama ertesi gün gelen minik işaretle kararımı verdim ve biletimi aldım. Çoğunlukla hareket gün ve saatine yaklaştıkça artar ya bilet fiyatları, Çarşamba günü 2 önceki güne göre 10 TL'lik bir düşüş olduğunu ve otobüsten daha ucuza gidebileceğimi görüp Dalaman'dan uçak biletimi aldım ve Cuma günü öğleden sonra sıralarında İstanbul'a vardım. Karar anından itibaren pek rahatladım, epey yük olmuş meğer omuzlarımda.

3-4 aydır, şehir olarak sadece İzmir'de bulundum; o da Eylül başındaydı ve 1 günden daha kısa bir süre içindi. Bundan dolayı İstanbul'u biraz yadırgadığımı söylemeliyim. Böyle olacağından pek şüphem de yoktu gerçi. Çok fazla araba, çok fazla insan, otoyol, E-5, gürültü, beton, acele hali, telaş hali, asfalt, koşturma, asık suratlar ve şehre ait diğer şeylere çok yabancı hissettim. Üzüldüm galiba insanlar adına, birçoğunuz adına. Neden bunu çekmek zorunda hissettiğinizi sorguladım. Hayır bunlar rahatsız etmiyorsa zaten sıkıntı yok da, benim bildiğim neredeyse her şehirli bütün bunlardan ve dahasından bunalmış durumda. Kısmen farkındalar, kısmen değiller. Hepinizi çekip alasım geliyor ya, belki o günler de gelir.

Neyse işte, uçaktan indim, uzunca bir otobüs bekleyişinden sonra Bostancı'ya giden otobüse atladım ve iskeleye vardım. Orada Elif'le buluştuk ve motora atladığımız gibi Büyükada'ya geçtik. Geçen yazıda da yazmıştım, 2013 jam ekibi toplanacaktı ve neredeyse katılımcıların tamamı orada olacaktı. Cuma akşamüstünden Pazar akşamına kadar orada, arkadaşlarlaydım. Çemberler kuruldu, yemekler yapıldı, sohbetler edildi, rakılar içildi. Güzel günlerdi yani ama ben epey durgun ve hatta sıkkındım. Bugün içimden sohbetler'e de yazdım ve aslında içimdekileri tam ifade de edemedim ama, biraz 'boş'ta ve işe yaramaz hissetmeler ve bunların getirdiği bir ruh haliydi sanki. Bir de son 1 yıldır -çok sevdiğim insanlardan bile oluşsa- kalabalık ve gürültülü ortamlarda çabucak sıkılmam ve yorulmam da var tabii. Ama Pazar günü bir anda çok daha iyi hissettim kendimi. Bunda en büyük pay, o gün arkadaşlarımdan sürdürdüğüm hayatla, para isteme mevzusu dahil yaptığım birçok şeyle ilgili çok güzel geri bildirimler ve övgüler almamdı. Hızlı bir şekilde kendime getirdi bu beni ve çok daha iyi hissetmeye başladım.

Genelde iyi ruh halindeyken bir şeyler yazıyorum ve bana öyle geliyor ki, bu hep çok güçlü olduğum, çok iyi hissettiğim gibi bir izlenim uyandırıyor olabilir. Ama aslında çok sık olmasa da canım sıkılabiliyor, içim kararabiliyor, kendimi değersiz hissedebiliyorum, takdir görmek istiyorum vs. Aslında bu yanlarımı da yansıtmak isterim ama genelde o tip durumlarda kendi içime dönmeyi tercih ediyorum; yazıp çizmek aklıma bile gelmiyor. Hatta bunların ötesinde, bir süredir içimdeki kötüyü izliyorum mesela. Bir süredir farkına varıyorum kendisinin ve kendime şaşırıyorum epey. Ama ensesindeyim, takipteyim, izliyorum... Yeterince cesaret bulursam -ki bu kadarını da kolay kolay yapamam- ondan da bahsederim belki bir ara.

Ne diyorduk... Pazar daha iyi hissettim falan, akşama kadar takıldık oralarda, sonra akşam Yapraklar'a gittik. Özgür, Elif Z ve Esra da gelecekti ama onların gelmesi epey geç saatte oldu. Ben o sıralar mışıl mışıl uyuyordum. Hem de tek başıma.

Çünkü Ada'da 2 gün koyun koyuna yattık bin kişi. İlk akşam daha az kişi vardı gerçi de, ikinci gün 25 kişi küçücük evde kaldık yahu. Pazar sabahı duş almak istedim ve girişteki çantamdan havlu falan alacaktım. İnsanların üzerinden, onlara basmadan geçmek -hiç abartmıyorum- 2-3 dakikamı aldı. Özellikle bir yer çok zorluydu, geçecek yer yoktu ama zor da olsa kotardım. ((: Evini bu kadar kalabalık bir ekibe açma cesaretini gösteren Balaban'a da buradan bir kez daha teşekkür etmiş olayım bu arada.

Pazartesi günü de Seda'da kahvaltı yapmak üzere sözleşmiştik ve sadece birkaç fire ile ekibin tamamına yakını bu sefer de Seda'da toplaştık. 19 kişi mi ne, süper ötesi bir kahvaltı yaptık. Sonra çember kuruldu tabii, bir sürü paylaşımlar, şunlar-bunlar... Akşam ekibin çoğu gitti ama birkaç kişi sohbete devam ettik, sonra yemek yaptık, yedik, sonra da yine Yaprak'a geçtim.

Bugün, öğlene kadar evde takıldıktan sonra Taksim'e geldim ve Ali, Duygu, Duygu'nun anne-babası, Kutsal, ufaklıklar Rüzgar ve Can ve sonra da Ömürden'i gördüm. İlk dakikalar biraz komikti, zira iyice uzayan saç-sakal ve çok sık görüşemememiz nedenli beni takip edememeleri sonucunda Ali ve Kutsal'ın bana uzaylıymışım gibi bakışları ve bir oradan bir buradan bir sürü soru sormaları, ne bileyim bakışları falan çok komikti. Cidden kendimi bambaşka bir gezegenden gelmiş gibi hissettim ama rahatsızlık falan değil, komik ve eğlenceliydi. Sonra da Ömürden'le dışarıda birer tatlı yiyip, biraz Gezi'ye falan uğrayıp Ömürden'e geldik işte.

Bu arada dostların iş durumlarıyla ilgili çok sevimsiz şeyler duydum birkaç gündür. O kadar uzaklaşmışım ki o dünyadan, bu konuda gerçekten uzaylı gibi hissediyorum. Haftada 7 gün çalışmalar, bayramda da çalışmalar, gece 3'te işten çıkıp sabah yine 8'de gelmeler, yöneticilerin yemek vakitlerine bile tecavüz etmeleri, doktora gitme durumlarına bile müdahaleler ve daha abuk subuk bir sürü şey... Ne saçma bir sistem, ne saçma bir dünyadır bu.

Neyse... Bu arada benim görüşme maratonum başladı tabii. Az zamanda çok kişiyi görüp hemencecik kaçasım var İstanbul'dan. Şimdiden önümüzdeki birkaç günün programı belli. Maalesef -ama mecburen- epey programlı ve sistematik bir şekilde planlamaya çalışıyorum kimlerle ne zaman görüşeceğimi. Her gün en az bir-iki kişi/grup görüp 10 güne falan kaçabilirsem işalla...

22 Ekim 2013 Salı

alanya, izmir, bodrum, dalyan... dostlar...

'göçebe günler' dolu dizgin devam etmekte; azıcık özet geçeyim mi?

Şimdi-burada ile başlamak gerekirse... Dalyan'ın Çandır köyünde, Begüm'ün evinde, verandadayım(z). Hava çok güzel, yani üstümde tişört falan yok, öyle oturabiliyorum mesela. Sabah kahvaltısından sonra iki kişiyi daha uğurladık (aşağıda bahsedicem); kalan 5 kişinin üçü yürüyüşe gittiler. Burcu'yle ben de evde takılıyoruz işte. Bir şeyler okuma, yazma halleri. Burcu şimdi içeriyi süpürmeye gitti; sonra ben de verandayı süpüreceğim, çok pislendi valla.

Immmm... Birkaç yazı önce bahsettiğim bir toplaşmayı gerçekleştirdik burada, Cuma-Pazar arası. Topluluk halinde yaşamak isteyen bir grup insan bu konuyu konuştuk. Hayallerimizi, nasıl bir dünya, nasıl bir topluluk içinde yaşamak istediğimizi paylaştık. Kocaman bir çemberdik, ara ara sayımız artıp eksildi ama 17-18 kişi civarındaydık. Bundan fazlası da vardı gelmek isteyen ama gelemeyen... Harika, değil mi? Kalpten konuştuğumuz ve dinlediğimiz, 'ben dili'nden taviz vermemeye çalıştığımız çok güzel bir 3 gündü işte. Çok şey konuşuldu elbette, ama üç aşağı beş yukarı ortaklaşmış hayallerimiz olduğunu gördük ve bu çok iyi geldi. Doğada, bir topluluk içinde, üreterek, paylaşarak, gülerek, yiyip içerek, mutlu olarak, 'iyi' olarak yaşama hayalimiz ortaktı. Orman ve deniz ya(kı)nında olma isteğinde buluştuk. Ve bunları böyle bir toplulukla sınırlamamak, kapının herkese açık olması, başkalarına ilham olmak, daha güzel bir dünya için yapabildiğimizin en iyisini yapmak... Falan işte...

Önümüzdeki süreçte İstanbul, İzmir gibi yerlerde yeni buluşmalar ve Bahar aylarında belki de daha uzunca bir kamp gibi bi'şey yapmaya niyet ettik... Elbette ki katılımın herkese açık olduğu, büyüyen toplaşmalar... Daha fazla paylaşılan hayal, paylaştıkça ve ortaklaştıkça gerçek olmalarının hiç de 'hayal' olmadıklarını fark etmeler... Çok güzel olacak yahu!

Immm başka... Buradan önce, Likya yolu yürüyüşü sonrası Alanya'daydım 10 gün kadar. Yine pek güzel geçti her zamanki gibi. Bu 10 gün içinde birkaç yazı yazdım ve herhalde en önemlisi, dostları bana destek olmaya davet ettiğim şu yazıydı. Çok ama çok güzel gitmekte, onunla ilgili gelişmeleri ve halet-i ruhiyemi paylaşmaya içimden sohbetler'de devam edeceğim zaten.

Sonra Günhan'ın çağrısı üzerine atladım İzmir'e gittim. Urla'da çok güzel 2 gün geçirdik. jamily'den Ebru, Janset, Asil ve Argın da vardı. Bu arada otostopla gittim ama en sıkıntılı otostopumdu galiba. Alanya çıkışında, daha en başta 1,5 saat boyunca kimsecikler almadı beni ve çok umut kırıcıydı. Sonra Antalya'ya 3-4 araç değiştirerek zar zor gidebildim, ama sonra yavaştan artan bir şans  ivmesiyle birlikte hızlandım. Yine de çok zordu, yolda kalacak gibiydim hatta. Ama hava kararmasına yakın Denizli'den İzmir'e giden bir araç bulmamla, hikaye mutlu sonla bitti!

Ha bir de 4 top çevirmeye başladım. Henüz süper ötesi yapamıyorum ama az kaldı.

Çok keyifliydi ve hiç yetmedi. Ama oradan Bodrum'a geçtim ki! Babam, kardeşim ve Seyhan Abla'yla birkaç gün geçirdik. Onlarla tatil gibi bi'şeyler yapmayalı 15 yıl falan olmuştu. Güzel de oldu! Mangallar, rakılar, balıklar, mezeler havada uçuşuyordu. Oyyy!

İşte zaten sonra da Dalyan'a geldim ve bahsettiğim toplantıyı gerçekleştirdik. Pazar akşamı itibariyle bitti toplantı ama ben birkaç gün daha buradayım. Bu hafta Cuma-Pazar arası Jam 2013 buluşması var, onun için yarın ya da Perşembe günü İstanbul'a gidecektim aslında ve pek de heyecanlıy(d)ım ama birkaç gündür beni bir şey tutuyor sanki. Ben de biletimi almadım bu durumda (otostop için zaten hiç enerjim yok) ve kendimi dinliyorum. İlk işaret geldiğinde biletimi alacağım veya İstanbul yerine nereye gideceğimi, ne yapacağımı kararlaştıracağım.

Sonrası için de süper bir teklif geldi bir dosttan, muhtemelen icabet edeceğim; paylaşırım ileride. Zaten bu süper tekliflerin ardı arkası kesilmiyor, o da ayrı ya...

10 Ekim 2013 Perşembe

Likya yolu macerası ( ta kendisi)

Yolculuğa 4 kişi başladık (mesela Mor ve Ötesi olsun, 4 erkek): 2012 jam'den arkadaşım Zeyd, Gezi direnişinden (ay ne dedim ben, töbe!) ve 2013 jam'den arkadaşım Furkan ve Yeniköy Eko-mimari atölyesinden arkadaşım Efe. Yazacak o kadar çok şey var ki neresinden tutsam... 10 Eylül sabahı erkenden kalktık, kahvaltımızı yaptık ve başladık yürümeye. Yol detaylarını anlatmiyim şimdi, hem çok yer kaplar ve çok zaman alır; ayrıca notlara bakmam gerekir falan... Gerenk yok. Ama işin daha teknik kısımları için bir kez daha, bu amaçla hazırlamış olduğum blogu adres göstereyim, en azından.

İlk günün arefesinde, o stresli gecede (bak bi önceki yazıda bunu atladım mesela) alışverişi de yaptıktan sonra o çantaları bi' sırtlandık, 'eyvah' dedim, 'yürünmez bunlarla!' Yürünüyormuş, alışılıyormuş. Çok ağırdı yahu, anlatılır gibi değil.

Neyse kalktık, sırtlandık o çok ağır çantaları ve düştük yola. Normalden çok daha tempolu gittik, 5 saat sonra ilk etabın sonundaydık, sonra Kelebekler Vadisi falan... Sonraki günlerde de devam ettik işte... Hemen ekliyim ki, ikinci gün çantaları sırtlandık ve dördümüze birden hafif, hatta yokmuş gibi geldi. Hemen alışılıyormuş meğer sırttaki 20 kg.ya. 5. günün sonunda, muhtelif nedenlerle Furkan ayrıldı aramızdan, 6. günün sonunda ise Özgün katıldı. Özgün, 2013 jam'de tanıştığım süpersonik, çok tatlı bir kadın. Yeni dörtlü (3 erkek 1 kadınlı bir grup var mı ki? Şebnem Ferah'lı bir grup gibi düşünelim), bir oyuncu değişikliğiyle yollara düşmüş oldu böylece. 7. günün sonunda Patara'daydık ve Özgün haricinde epey yorgun düşmüştük. Orada pek keyifli bir kamp alanı bulunca seriliverdik oraya ve ertesi günü tatil ve dinlenmece günü ilan ettik. 9. gün yine yollara düştük ve Kalkan'a, oradan Bezirgan yaylası, Gökçeören, sonra da 12.günde Çukurbağ'a vardık. Çukurbağ'da Burcu da katıldı ekibe. 13. günde sabahtan Efe'yi Burdur'a (sonra da J-fest'e gidecekti ve gitti) yollayıp yeni dörtlü olarak (2 erkek 2 kadın, tabii ki Ace of Base), o gün kısacık parkuru yürüyüp Kaş'a geçtik. Tatilimsi bir gün oldu; deniz, çakıltaşı, güneş; akşamına da ateş yakıp muhteşem kasabın muhteşem köftelerini yemece ve sahilde şezlonglarda uyumaca... 14. güne uyandıktan birkaç saat sonra Zeyd ve Özgün de ayrılınca biz olduk Oya-Bora (ilk başta İzel-Ercan yazdıydım ama Oya-Bora imdadıma yetişti çok şükür!). 14. gün de 3/4-tatil modu, bütün gün takılmaca ve yiyecek alışverişi, sonrasında sadece Limanağzı'na bir saatlik bir yürüyüş. 15. gün oldu ve Oya-Bora'nın ciddi yolculukları başladı nihayet. 16.günde fena bi' kaybolma ve Emre'nin yolculuğu ve bu yürüyüşe dair hislerini sorgulaması...

Burada azıcık durasım var, her şeyi atladım da buradaki hisleri atlayıp geçemedim, sadece birkaç cümlecik... Aslında yolun başından beri çok iddialı cümleler kurmaktan çekiniyordum, hep 'gittiği yere kadar; gücüm, enerjim yettiği kadar giderim.' falan diyordum ama içimde bir yerde tüm yolu yürümek de vardı aslında. Bunun bir nedeni, daha ilk günden notları alırken hazırlamaya karar verdiğim bloga epey önem atfetmem ve bu blogu sağlam ve eksiksiz (ya da az eksikli) yapmak istememse, bir diğeri de bir şekilde kendime ve diğerlerine 'Abi ben bütün yolu yürüdüm yaa.' diye hava atmaktı sanki. Bu ikinci neden yürüdükçe daha bi' hırsımtrak bi'şeye dönüştü aslında. Bahsi geçen kaybolma, bu hissiyatları fark etmemi sağladı ve 'Ben galiba keyif almıyorum artık; bu iş, 'iş'e dönüştü yahu!' diye düşündüm; hatta öğle molasında sıcağı sıcağına paylaştım Burcu'yla. O daha iki gündür yürüyordu ama bıraksak da çok üzülmeyecekti. O yönden sorumluluk hissetmedim yani. O öğle molasında ve sonraki saatlerde, yani bizim kayıplıktan na-kayıplığa geçtiğimiz zaman aralığında hissiyatım hep bırakmak yönündeydi. O gün varmış olduğumuz kamp alanında da o kadar bitkin hissediyordum ki, fikriyat aynen durdu durduğu yerde.

Ertesi gün (gün 17) daha enerjik uyanıp, keyifli bir yürüyüşle Üçağız'a varınca bu hissiyat dağıldı epey. Bahsi geçen hissiyatların doğruluk payı varmış muhakkak ama olay tümüyle onlardan ibaret de değilmiş aslında. Bunu fark ettim; çok da güzel geldi o gün ne mutlu ki. Devam etmek istediğimi söyledim, Oya da kabul etti. 17.gün, tüm jam, jam sonrası ve Likya yolu yürüyüşü boyunca 'yatak'ta yattığım(ız) tek gece olarak tarihe altın harflerle yazıldı. Aman da ne güzel bir şeymiş meğer o yatak denen şey. Yok, çadır içinde veya dışında, mat üstünde, uyku tulumunda yatmaktan şikayet etmedim hiç ama yatağa yatınca bi' başka oluyormuş. Üstümüz, başımız, kendimiz, kıyafetlerimiz o kadar kirliydi ki o günü Üçağız'da Ekin Pansiyon'da geçirdik. Pansiyoncu Yusuf abi o kadar yardımcı ve tatlıydı ki... Oda-kahvaltı ve gayet az bir meblağa anlaştığımız yetmezmiş gibi çamaşır makinesini kullandık, akşam üstü elma getirdi bize, akşam da yemek... Sonra yola devam... Gün 18'de Çayağzı'na devam, Gün 19'da 5-6 günlük etabı -otostopla- atlayarak Karaöz'e ve oradan Korsan Koyu'na geçiş, 20. günde meşhur Gelidonya Feneri'ni de görüp Adrasan ve 21. gün Olimpos.

Burada iki hikayenin altını çizip bitiriyorum yavaştan. Birincisi, 20. gün Korsan Koyu'ndan Adrasan'a doğru giderken, bütün yolun en enerjik, fiziksel olarak en şahane hissettiğim günüyken, 21. günde bir anda çökmem ve zorlukla devam edebilmem. Hele Burcu, özellikle başlarda çok zorlandı. Bu etabı bitirebileceğimizi bile sorguladık... Sonra toparladık neyse ki ve bitirdik. Ama o en başlardaki yorgunluk, bu sefer gerçekten bitmesi gerektiğini hissettirdi bize. Ayrıca artık 'market nerede var', 'su kaynağı nerede'leri düşünmekten o kadar yorulmuştum ki, devam edecek gücüm kalmayıverdi. Bir anda... Ve bitirdik o gün. 21. güne başlarken o günün son gün olacağı hakkında en küçük bir hissiyatım, düşüncem yoktu ama bitiverdi. Olimpos'ta Ummanaki'nin evine gittik, bi' güzel yayıldık, temizlendik, yemek-rakı vs. Ertesi gün de oradaydık ve bir sonrakinde de Burcu'yla Antalya'ya geçtik, sonra o İzmir'e doğru yola çıktı, ben de her zamanki demlenme ve dinlenme yerim olan Alanya'ya.

Yok yok, ikinci hikayeyi unutmuş değilim. Geliyor... 17. gün Üçağız'da pansiyonda kaldık, dedim ya. Bir grup da -aksanlarından belli ki- İngiliz kadın vardı ve selamlaşmıştık... 18. gün biz yola erkenden çıkmış, sonra öğle molası vermişken yanımızdan geçiverdiler. Sonra 20. gün biz yine daha erken yola çıkıp yine yolun ortasında öğle molası vermişken yine yanımızdan geçmezler mi... Bu sefer geçerken şeker de verdiler bize... Ha bir de 'Yarın görüşürüz.' falan dediler şaka yollu. Hadi bu da tamam da, 21. gün, bu sefer normal saatten çok daha önce beklenmedik bir uzun mola verdiğimizde aynı grup yine geçti, çok acayip. Artık şunu deme ihtiyacı duydum kadınlara: 'Valla hep oturmuyoruz. Biz de yürüyoruz aslında.' ((: Hatta kadınlardan biri olsam aklımdan şu geçerdi diye düşündüm: 'Bu ne yahu, bu ikisini her gün bizim yola helikopterle mi bırakıyorlar ne?'. Öyle işte, benim aklımdan öyle komiklikler, şakalar geçer; bakmayın siz. Neyse sonra yolda onları yakaladık, geçtik falan. Galiba gurur yapmışım ki bunu belirtme ihtiyacı duydum (Gülücük). Onlar yine 'yarın görüşürüz' falan dediler ama ben 'yok,' dedim, 'galiba son gün bizim'.

Hadi buraya kadar olan bir çeşit tesadüf de, ateyizler bundan sonrasını nasıl açıklayacak bakalım... Biz 21. gün yürüyüşü bıraktık, 2 gün Olimpos'ta kalıp Antalya'ya doğru otostopa başladık. Önce Fransız bi'çift bizi Göynük'e kadar attı. Sonra biz son 30 km için başparmakları doğrultmuşken yanımıza yaklaşan minibüsün, kadınların servis aracı olmasına ne diyeceksiniz, haa?

Al sana sürpriz ve ani son! ((:

Likya Yolu macerası (öncesi)

Sıra gelmedi yahu Likya yolculuğu yazısına. Öncelikli olarak başlatmış olduğum deneyin heyecanı, sonralıklı olarak da diğer okunası-yazılası şeyler, diğer olup bitenler, şu-bu...

Hayır bi' de bi' anda yarın İzmir'e gitmeye karar verdim ve araya iyice zaman girmeden önce bir şeyler çiziktirmek istedim. Yarın sabah erkenden baş parmak marifetiyle İzmir yoluna düşüyorum, akşam sularında İzmir'de olmayı ve Günhan'la buluşmayı umuyorum. Sonra da onunla Urla'ya geçeceğiz, Jamily'den başka birileri de olursa ne mutlu, olmazsa hala çok mutlu, Günhan'ı ben bir yıldır görmedim ya dostlar...

İvit.. Likya yolu yürüyüşü sonrası hemencecik teknik bilgileri içeren bir blogu yayınlayabildim neyse ki; şu anda hatta yapıyor olduğum deneyden önce, orada küçük bir deneme başlattım (hala tereddütlüyüm ya nedense) falan... Ama bir türlü işin keyifli ve daha kişisel kısımlarını, anıları falan yazamadım. İzmir öncesi el atıyorum, artık ne gelirse elimden...

Nerden başlasam...

Yaa bu yürüyüş inanılmaz güzel geldi bi' kere. Her anı çok güzel ve çok öğreticiydi. Çok yorulduğum da oldu, bezdiğim de... Yolların sıkıcılaştığı bir etap da oldu, işaretlemeleri tamamen kaybedip kaybolduğumuz ve 'şimdi ne yapıcaz'ı bilmediğimiz bir an da... Ama hiç şikayet etmedim; hep çok güzeldi. En güzel tarafı galiba şuydu: Ben yürüyüşün her anında, hep o andaydım; hep atacağım bir sonraki adımda, kayma ihtimalim olabilecek yerleri gözlemede, bacağıma sürtünen, çizen makilerde idim. Bir de -o anda olmayı bozmuyor bence- 'akşam nerede konaklayacağız'da, 'gittiğimiz yerde market var mı'da, 'suyumuz bitiyor la, noolacak'da idim. İnanın başka hiçbir yerde değildim. (Bu, çok çok az bozulduysa son 3-4 gün bozulmuştur ama gerçekten çok az. Yürüyüşün sonuna yaklaştıkça, sonraki planları ister istemez düşünmeye başladım.) Tam bir meditasyon hali galiba, ki henüz çok bilmiyorum bu işleri. Ama mesela 'bu işler'e az çok aşina olan Burcu diyor ki, 'insanlar bu kıvama gelebilmek için yıllarını veriyorlar. Böyle olabilmen çok güzel'. E o öyle diyorsa öyledir ya zaten... Ne mutlu bana...

Ha bu arada yürüyüş öncesinde de koskoca bir jam vardı yahu. Hayatıma 20 tane daha şahane insanı sokan jam. Jam'i anlatmak ne mümkün. Ama birçoğunuz jam'den az çok haberdarsınız zaten, hımm?

Ne diyorduk... Jam sonrası Burcu'yla 2 gün Assos'ta kamp yaptık, sonra otostopla -ve hayatımda ilk kez tek bir araçla- İzmir'e vardım. Orada yürüyüş ekibinden İbo (Zeyd) ve Furkan'la ve birkaç jamcanla buluşup akşam bol muhabbet Kordon'da... Sonra yeni jamcanlardan Ebru'da kaldık ve sabah kahvaltısı sonrası 3 adam yola düştük. Göztepe'den bi' çevre yolu çıkıyo otobana doğru, işte oradan üçe ayrılarak başladık otostopa... Burası apayrı bir hikaye gerçi ama çok uzatmamak için durduruyorum kendimi. Sadece yolda ayrıldık ama bi' ara İbo-Furkan birleşti bi' şekilde, sonra da Furkan ve ben, onu paylaşiyim. Ha bi de, bi' ara yabancı (galiba Alman'dı) bi' adamın arabasına bindik Furkan'la. Sakin sakin gittiğimizi sanarken hız göstergesine bi' baktım, 190'la gidiyormuşuz. Furkan'a söyledim, o da çok şaşırdı. Sonra bi' ara 200'ü de gördük. Ama otobandaydık ve adamın multi-manyak arabasında 100'le gidiyor gibi hissettik, son derece de güvenli... Akşama doğru Furkan'la Fethiye'ye vardık (İbo'nun varışı çok daha sonraya tekabül etti, bi yerlerde fena takıldı), gün batımında denize karşı ikişer bira içtik. O anlardaki keyfim şimdi gibi aklımda.

Sonra gece saat 10'a doğru Efe intikal etti Burdur'dan. Hızlı bir yemek yemece, sonra da marketten büyük alışveriş... 12'ye doğru da İbo'nun gelmesi... Benim saat 10'dan itibaren yavaş yavaş paniklemeye başlamam ve -bilen bilir, hiç de öyle olmam ya ben- grubu biraz germem... Ama nasıl germiyim? Yeterince araştırma yapmamışız; haritamız yok; su kaynaklarının yerlerini pek bilmiyoruz; bir sonraki gece nerede kalacağımızı bilmiyoruz; dahası o gece bile nerede kalacağımızı bilmiyoruz (saat 12'de bile hala bilmiyorduk), çayır çimen bir yerde mat-üstü tulum uyuyacağız ama o çayır-çimen nerede?.. Yolculukla ilgili (işte bu yol, su, kalacak yer, market durumları) yeterli araştırma yapmamışız, diyorum ya o gece bile nerede kalacağımız belli değil. Yahu nasıl tedirginim ama nasıl... Grubu da gerip duruyorum böyle... Ama adamlar da -sözleşmiş gibi- nasıl rahatlar, anlatamam. Bu durum daha fazla gerilmeme neden oluyor.

Neyse saat artık bire mi geliyordu neydi, dedik ki biz Hisarönü'ne gidelim, ki Likya yolu Fethiye'den Ölüdeniz'e giderken Hisarönü diye bir yer var, işte oradan başlar; orada uygun bir yer bulalım, kampımızı kuralım; sabah da pıt diye başlarız oradan yürümeye. İyi ki de öyle yapmışız. Biri geçerken o tarafa giden son (veya bir önceki) dolmuşa bindik, Hisarönü'ne vardık, uygunumtrak bir yer bulduk, çadırları kurduk falan... Sonra biraz rahat ettim neyse ki, sakinledim. 2:30 civarında da yattım galiba (diğer arkadaşlar az daha takılıp yattılar), 6:30'da kalkmak üzere.

Abartıyorum sanmayın, hayatımın en tedirgin saatleriydi belki o gece yaşadıklarım. Furkan falan çok şaşırmış zaten, diyip duruyormuş Efe'ye 'Allah allah, çok rahat bi' adamdır Emre yaa, hiç böyle değildir.' diye... Valla ben de çok şaşırdım, ne yalan söyliyim. Ama öyle bi' geldi geçti ve ertesi sabah uyandığımızda gayet iyiydim ve büyük yürüyüşe hazırdım.

6 Ekim 2013 Pazar

Bir Emre'nin Likya Yolu macerasının kronolojisi

28 Ekim 2006: Likya Yolu'ndan ilk kez haberdar oluyorum. Upuzun bir rotaymış, Güney'de bir yerlerdeymiş, çok keyifliymiş, doğada yürüyüş için bulunmaz nimetmiş... Emre ve Zeynep'in düğünü için gittiğim Ankara'da Füsun anlatıyor(du) aldığı keyfi ve gözleri parlıyor(du) resmen, kayıtlara geçsin. O düğünden aklımda kalan tek şey bu; ama başka düğünlerden de aklımda pek bir şey kalmaz ki zaten, ola ki okuyorlarsa E & Z yanlış anlamasın sakın. Ha bu arada Füsun'u son görüşümdü bu; E & Z'yi bir ya da ikişer kere daha gördüm. Likya Yolu ise bir şekilde kulağımda kaldı ama çok da gündemime giremedi uzun süre.

Dünyanın en büyük parantezi gelsin şimdi:

((( 29 Ekim 2006: Arkadaşlarımın en az %40'ının ezbere bildiği üzere, çayı şekersiz içmeye başladığım gün. Bu yazının gidişatıyla hiçbir ilgisi olmasa da bu tarihe karşı olan saçma sapan takıntım ve bu tarihi, kalan %60'a ve kalan herkese öğretmek için içimde yanan o tuhaf ateş gereği, yeri gelmişken bunu paylaşmak istedim. Hatta iyice lüzumsuz detaylara girmek gerekirse, düğün gecesi Koraylar'da kalmıştım ve ertesi gün ailesiyle birlikte kahvaltı yapıyorduk. Annesi, babası, ablası ve kendisi çayı şekersiz içiyorlardı ve ben de bir süredir bunu gerçekleştirmek istiyordum. 'Fırsat bu fırsat!' dedim ve şeker istemediğimi söyledim. İşte o gün bugündür çayı şekersiz içiyorum ben. Herkes bilmeli bunu bence(!).

10 Kasım 2006: Yazının bütünlüğünü iyice bozacak olsa da dayanamayıp şunu da ekliyorum: Arçelik'te çalıştığım dönemde, işim gereği Anadolu'da sıkça seyahat ediyor ve araba kullanıyordum. İşte bu seyahatlerden birinde Sivas'tan kuzeye doğru yönümü çevirip Şebinkarahisar'ı falan geçip, artık Karadeniz sahiline iyice yaklaşmışken Dereli Köyü yakınlarında ciddi bir kaza geçirdim. Virajda arabanın kontrolünü kaybettim; araba 90 derece dönüp yan yan kayarak yandaki yamaca vurdu ve burnum bile kanamadan, bacağımdaki bir-iki morarma ile atlattım. Şanslıydım, zira diğer taraf uçurumvari bir yerdi. Şirketten yeni vermiş oldukları telefonumu kaybetmiş olmam ise, çok da sıkıntı değildi elbet. )))

13-18 Ekim 2012: Gezijam pilot için gitmiş olduğumuz Bayramiç - Ahmetçeli'de, zaman zaman pilot çalışma sonrasındaki planlarımızla ilgili konuşurken, çok sevgili Hülyacım, Faralya'ya doğru gitmek istediğini, birkaç yıldır oraya gittiğini ve Likya Yolu'nun birkaç etabını yürüdüğünü, Kelebekler Vadisi'ne indiğini, çok keyif aldığını falan anlatıyor. Fikir beni çok cezbetse de o kadar akıştayım ki, birkaç gün sonrasının kararını bile vermek istemiyorum ve Hülya'yı beklettikçe bekletiyorum; 3 gün falan kala 'Yine söz vermiş olmayayım ama galiba gideriz yahu!', 1 ya da 2 gün kala da 'Tamam bee, gidelim tabii!' diyorum.

18 Ekim 2012: Gezijam sonrası ekip dağılıyor, biz de Hülya ile tam 17 araç değiştirerek Fethiye'ye varmayı başarıyoruz. Ertesi gün de otostopa devam ederek 4 araç daha değiştirerek Faralya'ya, kalacağımız pansiyona varacağız.

19-22 Ekim 2012: Çok keyifli birkaç gün, harika bir pansiyon, bir gün Kelebekler Vadisi, ertesi gün önce Hülya ile ilk etabı, sonra da bize sonradan dahil olan Argın ile ikinci etabı yürümece, üçüncü gün hep beraber ikinci etabın alternatif rotasını yürümece, ... Bu yürüyüşler sırasında kelimenin tam anlamıyla mest olmaca, içim içime sığmamaca, Hülya'ya ikide bir 'Hülya! Noolucak?' diye sormaca (bilmeyenler için bir şey ifade etmeyebilir bu), attığım her adımda Likya Yolu'nda daha uzun yürüyüşler yapmak için niyetlenmece...

Mart-Mayıs 2013: Niyetleri gerçeğe dönüştürmek için girişimler, Özgür, Argın ve İbo ile plan yapma aşamasına gelmeler; ancak rüzgarın ters taraftan esmesi sonucunda son anda Güz'e ertelenen planlar...

Temmuz-Ağustos 2013: Son ana bırakmadan harekete geçtik ve planları yapmaya başladık. Yeme, içme, kalma, su ve diğer tüm ayrıntıları konuştuğumuz, yazıştığımız bir dönem

10-30 Eylül 2013: Yürüyüşün vuku bulması! Hani böyle şeyler için heveslenenler çok olur da sonra türlü sebeple cayılır ya, hiç öyle olmadı. Feysbuk'ta açtığım etkinliğe 'katılıyor' görünen -ben dahil- 5 kişinin 5'i de katıldı, hatta bir de bonus arkadaş katıldı. Benim hancı olduğum ve tamamında yer aldığım, kalan ekibin zaman zaman değiştiği, gerçekten çok iyi hissettiğim, çok keyif aldığım, çok yorulduğum 21 günün sonunda yürüyüşü bitirdik.

3-5 Ekim 2013: Yol boyunca; etaplar, su durumu, kamp yapılabilecek yerler, market bulabilme gibi konularla ilgili almış olduğum notları yeni açmış olduğum bir blogda paylaştım. Hatta buna bir de 'armağan ekonomisi' misyonu ekledim ama -nedense- hala tereddütlüyüm bununla ilgili olarak. Geri adım da atabilirim. Eğer blogu açtığınızda gözünüze 'farklı' bir şey çarpmıyorsa, bilin ki geri adım atmışımdır.

--- 'Yürüyüşte neler yaşadım, neler hissettim, nasıl geçti' ile ilgili ayrı bir yazı yazacağım muhtemelen. Ama az önce birdenbire böyle bir kronolojik özet geçesim geldi ve okuyor olduğum OT dergisini bir kenara bırakıp bunları yazıverdim işte.