27 Eylül 2012 Perşembe

tam özgürlük hali

Dün (Salı günü) öğlen civarında İstanbul'a doğru yola çıktık. Akşam saatlerinde de vardık. Herhangi bir sıkıntı olmadan geldik sağ salim. Hülya (diğer bir jamci)'da kalacak gibiydim ama son anda Özcan (TEGV'de kısa bir süre beraber çalıştık ama çok iyi anlaşıyoruz)'a çevirdim rotayı. Bostancı'da buluştuk, ilk iş çok uzun zamandır merak ettiğim Yaşar Usta'dan dondurma aldık; gerçekten çok güzelmiş bu arada. Bostancı'ya yolu düşenler bunu atlamasın sakın. Sonra eve geldik, bi'kaç bira içtik, epey sohbet ettik, müzik dinledik. Özcan bi'kaç tane şarkı-türkü çaldı bağlamasıyla, söyledik beraber. Gayet keyifliydi yani...

İstanbul'daki üçüncü durağım Özcan olmuş oldu böylece. Bu akşam da buradayım. Yarın, Gezijam toplantımız var, onun sonrasında jamcilerden birinde kalırım muhtemelen. Önümüzdeki 4-5 gün sabah-akşam planım ve görüşecek kişilerim var bu arada. Pek yoğunum ((:

Bugün önemli bir gelişme oldu. Uzun zamandır direkten döndüğüm kararı nihayet aldım: Dans dersimi, yani an itibariyle var olan son sorumluluğumu bıraktım. Artık tamamen özgürüm işte. Ders verirken her ne kadar çok keyif alsam da, ve az da olsa bir gelir sağlamama yol açsa da bugünlerde bir nevi ayak bağıydı da aslında. Bi'yerlere gideceğim zaman beni engelliyordu, ya da dönmek istemiyorsam bile erken dönmek zorunda kalabiliyordum. Ne zamandır kafamda vardı da, bir türlü bırakamıyordum da. Neyse bugün bıraktığımı söyledim. Yerime bir eğitmen bulacaklar şimdi.

Bu arada İstanbul'dan da iyice uzaklaşmış hissediyorum. Hiç keyif vermiyor bu beton yığını ve kalabalık artık. 3 yıl önce İstanbul'u bırakma denemem olmuştu da sonrasında geri dönmüştüm. Ama bu sefer içimdekiler farklı ve daha ciddi bir kopuş var sanki. O zaman sadece iş hayatı beni geriyordu ve farklı bir şeyler denemek istiyordum; şimdi neredeyse bütün hayat geriyor. Her şey çok yapay, çok sahte ve çok yanlış geliyor. Metropollerde anlamsız hayatlar yaşıyoruz. Bununla ilgili -diğer blog'da- daha önce yazdıklarımı tekrar etmiyim şimdi ama öyle yani, çok boş geliyor bir sürü şey. Henüz bu hayatın yerine net birşey koymuş değilim ama göçebelik işine zaten bu arayış nedeniyle başlamıştım. Bi'şeyler yavaş yavaş şekilleniyor ve beni bi' yerlere götürüyor gibi sanki.

Şimdi ilk iş haftaya Alanya'ya, annemin yanına gitmek olacak gibi. Sonra GeziJam'in pilot uygulamasını yapacağız, aksilik olmazsa. Onun önüne ya da sonuna İzmir takarım, sonra da kara kış öncesi Doğu Karadeniz ya da Güneydoğu'ya doğru yol alasım var. Bakalım neler olacak...

Sarımsaklı'da festival günleri

Cumartesi, Pazar ve Pazartesi festival günleriydi. Hayatımda ilk kez sunuculuk yaptım. 2 kişiydik; Arzu Türkçe sunuşları yaptı, ben de sonrasında İngilizceleri...

İyiydi, bi sıkıntı yaşamadım. Akşamları bikaç saat sunuş yapmak dışında çoğunlukla tatil gibiydi zaten. Denize girdim falan, bi gün Şeytan Sofrası'na gittim geldim yürüyerek. Fotoğraf falan çektim, belki eklerim sonra bikaç tane...

Fazla paylaşacak bişeyim yok, ya da tembelim... Ama bu kadar.

21 Eylül 2012 Cuma

Ayvalık, Cunda

Sabah uyandığımızda küçük bir sürprizle karşılaştık. Epey yağmur yağmıştı ve hava kapalıydı. Ama bir saate günlük güneşlik olacaktı.

Kahvaltı ettik, sonra ekiplerden birinin (Bosna) kaldığı otele gittik, onlarla bi' görüşmemiz oldu. Öğlene doğru otele dönmüştüm. Önceki günden kalan son uyuzluk kırıntılarını da üzerimden atmayı başarıp Ayvalık, Cunda tarafına doğru gitmek üzere yola düştüm. Nereye gidilir, ne yapılır konularını da özellikle araştırmadım.

Ayvalık yoluna çıktım ve otostop çekerek Ayvalık'a ulaştım. Bu arada bu otostop işini o kadar içselleştirmişim ki, bugün ilk kez, farklı bir yolla gitmek aklıma bile gelmedi. Sevdim bunu ((: Sonra yürümeye başladım ve zaten bir daha durmadım. 6,5 saat boyunca, Google maps'ten baktığıma göre 15 km'ye yakın yol yürüdüm. Bunun en az 5,5 saati kemiksiz yürüme, sadece yemek yerken ve dönüş yolunda oturdum.



Önce Ayvalık sokaklarında gezdim bayağı, rastgele girdim oraya buraya, bir sürü fotoğraf çektim. Çok güzel bir yer gerçekten, taş Rum evleriyle, daracık sokaklarıyla...










Sonra Alibey Adası'na (Cunda) yürüyebileceğime ikna oldum ve yürümeye başladım. Tam adaya geçiş yapılan yere gelirken balıkçı görünce önce orada yemeğimi yemeye karar verdim.




Sonra Cunda'ya varana kadar epey yürüdüm, rastgele deniz kıyısına indim, rastgele geri çıktım, ağaçlardan incir yedim, adını bilmediğim ama kabuğu soyulup yenen kamaşık meyveden yedim. Çok çok güzeldi. Soldaki incir bu arada da, o meyveyi bilemedim. Hani iyice yumuşayınca yenilen, küçük kahverengi bi'şey. O işte!



Sonra Cunda'ya vardım, bikaç kere turladım. Tepelere çıktım, indim; neredeyse her sokağına girdim bir şekilde. En son iyice yoruldum artık.

Cunda'ya girdiğimden itibaren (hatta daha yoldayken de kaçınılmaz olarak aklımdaydı) balıkçılarda gözüm kaldı ama hem vakit erkendi ve acıkmamıştım, hem az harcamakta fayda vardı, hem de tek başıma rakı içerken motor taktığım için yeterince zevk alamıyordum. Sonuç: Evet, oturmadım. Akşam oluyordu zaten artık, dönme vakti gelmişti.

Yola düştüm, otostop çektim yine ama epey bir süre kimseyi durduramadıktan sonra bir traktör durdu. Hayatımın en konforsuz ve en keyifli yolculuğunu gerçekleştirdim Ayvalık'a kadar. Hatta videoyu yüklemeyi deneyeceğim şimdi...
Sonra Ayvalık'ı baştan başa yürüdüm yine. Zeytinyağlı, sakızlı kurabiye falan aldım... Sona yürüdükten sonra bir araç daha durdurdum ve Sarımsaklı'ya ulaştım. Saat artık 7 civarıydı, epey serinlemişti, rüzgar falan vardı. 5-10 dk. denize girdim; yorgunluğumu orada bıraktıktan sonra otele geldim. Duştur, yemektir vs... Bu arada otelin yemekleri vasatın da altında, ne acı...

Birazdan, birlikte geldiğim ekibe takılacağım. Onlar da bar-clup falan bi'şeyler diyorlardı. Çok enerjim yok ama en azından azıcık görüneyim.

Yarın da festival başlıyor bakalım...

İlk tercümanlık denemesi

Dün akşamdan devam...

Akşam yemeğe indik, ama yemeğe henüz başlamışken, kendimi o akşam kokteylde yapılacak konuşmaları tercüme ederken buldum. Acil bir durumdu ama hallettik. Zaten ben kokteyle herhangi bir sunuş vs. yapmayacaktım, sadece ülke temsilcileriyle görüşürlerken ekibe yardımcı olacaktım.




Sonra konuşmalar, sunumlar vs.ler başladı, bir ara kendimi apar topar sahnede buldum. Balıkesir milletvekillerinden birinin konuşmasını tercüme ettim; biraz zorlandım, vekilimizin coşkusuna da yeterince ortak olamadım sanırım ama bir şekilde kotardım işte ((:






Sonra gruplarla temas kurduk, ben yine tercüme kısmında yardımcı oldum, falan... Tüm akşam boyunca pek sıkıldım, çok da gerildim. Hala kendimi yabancı ve fazlasıyla yalnız hissediyordum çünkü. İçim bir karardı, bir karardı... Bir anda tüm yaşama enerjim çekildi sanki.





Sonra 12 civarında otele döndüm. Uzun zamandır bünyeme çok yabancılaşmış olan pantolonu çıkarıp şortumu giyip birayı ve fıstığı kapıp sahile gittim. Denizin dibinde iki bira içtim ve kendime geldim resmen. Gece odaya girdiğimde çok daha iyi hissediyordum. Alkol nasıl bi'şey yaaa...

20 Eylül 2012 Perşembe

Sarımsaklı günleri...


Sarımsaklı günleri başladı. Dün akşam 6 civarında yola çıktık İstanbul'dan, gece 1 küsurda buradaydık. 3 araba geldik, mini bir konvoy halinde. Her şey yolundaydı; sadece gruptaki herkesle yeni tanışmış olduğumdan mütevellit azıcık mesafe vardı aramızda (hala da var gerçi) ama büyük bir sıkıntı sayılmaz.



(Soldaki fotoğrafı Eskihisar'dan Topçular'a geçerken çektim.)



Yatmaca, kalkmaca, kahvaltı... Sonrasında artık iyice abarmış olan sakalları kısalttım nihayet. Denize girdim, su çok ama çok güzeldi. Bayıldım! Sonra biraz uyuyakalmışım.


Sonra da işte bu akşam kokteylin olacağı yere gittik, biraz takıldık. Ayvalık tostu yedik, falan... Pek bi'şey yok anlatacak! Bi' arkadaşım olsaymış, süper olurmuş da... Daha 9 gün önce Dardanos'ta Zeyd ve Yağmur'la sapıtışlarımız aklıma geliyo şimdi. Çok durgun takılıyorum, korkarım.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Ayvalık öncesi

Dün, Ayvalık-Sarmısaklı'daki festivalle ilgili bilgi almak, tam olarak ne yapacağımı öğrenmek ve organizasyonları yapanlarla tanışmak için Gebze'ye gittim. İçimde epey bir sıkıntı ile gitmiştim, rahatlamış olarak geri döndüm. İçin için gerilmişim meğer; insanlarla tanışınca, konuşunca iyi geldi.

Çok fazla bir şey yapmayacağım. Zaten festival ve gösteriler 22-23 ve 24'ünde imiş. Ve zaten bir sunucu varmış, tecrübeli biri. O sunacak, ben de İngilizce olarak tekrar edecekmişim. İlk gün 1 sayfalık (büyük puntolarla) bir metin var; onun dışında yapacağımız şey, ülkelerin adını anons etmekten fazlası değil. Ülkeler demişken, ilginç bir liste olduğundan paylaşmak istiyorum: Bosna Hersek, Senegal, Gambiya, Avusturya, Makedonya, Gana, Hırvatistan, Slovenya, Beyaz Rusya, Kongo, Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ, Fildişi, Sırbistan, Senegal. Balkanlar ve Afrika yani ((: Pek keyifli olacak gibi.

3 akşam sunuş, ilk gün kokteyl gibi bir şeyde ihtiyaç olduğunca çevirmenlik, belki aralarda da destek olurum biraz organizasyona. Hepsi bu! Kalanı deniz, kum, güneş...

Akşam yola çıkıyoruz, 6 civarında Gebze'den hareket edeceğiz...

18 Eylül 2012 Salı

sunuculuğa giriş - 101

Yarın akşam Ayvalık yolcusuyum. Çok tesadüfi bir şekilde, orada düzenlenecek olan Uluslararası Halk Oyunları Festivali'nin sunucusu olarak buldum kendimi ((: 18 ülkenin katıldığı, onun dışında pek bir şey bilmediğim bir etkinlik. 25 Eylül'e kadar orada olacağım, hem tatil yapacağım, hem de ilginç bir deneyim olacak benim için ((:

göçebe günlükleri gün 14,15

Çok bi'şey yapmıyorum birkaç gündür. Üzerimde yorgunluk var. Hep evde oturasım var, çıkmayasım...

Pazar günü sadece alışveriş yaptım biraz, sonra evde bunu yemeğe çevirmeye çalıştım da Nes'e rezil oldum. 10 gün öncesinde Ekin'de yapmış olduğum ve çok beğendikleri patlıcanlı Emre kebabını aynı şekilde yaptım ama elimde patladı. Patlıcanlar pişmedi, etler kurudu, falan. Nes bıyık altından güler, ben "aslında ben güzel yemek yapıyorum bi' kere" diye çırpınırım. İşin kötüsü birkaç gün önce yaptığım çorba da o kadar güzel olmadı. Yok yok mutfaktan belli ki.. Nes'in kardeşi Elif beğendi çorbayı neyse ki ((: Yemek de çok rezil olmadı yine ama çok da güzel olmadı işte; bi de çok bekletti bizi.

Yemek sonrası onlar gittiler, ben evde yalnız takıldım. Bi diziye başladım, biraz yazdım sonra, diğer blog'a koydum hatta.

Dün de akşamüstüne kadar evde takıldıktan sonra GeziJam'le ilgili Burcu'yla toplandık ve önemli bazı yerlere ulaştık sanki. Bu arada GeziJam için 13-17 Ekim arasında pilot bir çalışma yapmayı düşünüyoruz ve sonrasında projeyi daha da şekillendirmeyi. Bununla ilgili gelişmeleri de paylaşırım, yeri geldiğinde.

Sonra akşam yine bir Jam buluşması yaptık, Hanzade'nin orada. Yemece, içmece, sohbet... Gayet keyifliydi, her zamanki gibin...

16 Eylül 2012 Pazar

göçebe günlükleri - gün 11,12,13 - istanbul koşturmacaları

Nes'teyim hala. 3 gündür epey bi koşturmaca. Bugün artık tükendiğimi fark ettim zaten.

Perşembe günü akşamüstüne kadar evde takıldıktan sonra Charles Eisenstein'ın konuşmasını dinlemek üzere Haliç Kongre Merkezi'ne gittim. Charles ilginç bir adam ve dünyaya-sisteme dair güzel fikirleri var. Uzun uzun anlatmayayım ama, para, armağan (tam olarak "hediye" değil de, İngilizce'deki "gift"ten bahsediyor) gibi konulara farklı bir bakış diyeyim. http://blog.zumbara.com/ adresinde bazı konulardaki yazıları var (henüz okumadım), bir de Kutsal Ekonomi adlı kitabı birkaç ay içinde Türkçe olarak çıkmaya hazırlanıyormuş.

Güzeldi konuşma, ara ara uyukladım da ama, bi halsizlik var bi'kaç gündür. Daha da güzel tarafı da şehir dışından birkaç jam'cinin de bizimle olmasıydı. Ahmet geldi, Zeyd'le zaten beraber geldik, Özgür de gelmişti, bir de Esra... Çıkışta Sütlüce'nin uykulukçuları meşhur ya, onlardan birinde uykulukları götürdük bira ve ayran eşliğinde (Zeyd hariç ya bira ya ayran içtik de Zeyd ikisini karıştırmayı tercih etti; haliyle çarptı biraz.)...

Sonrasında Ekin'e gittik (ilk ev sahibem / ev arkadaşım), çay içtik, tatlı yedik. GeziJam'den konuştuk bayağı. Aslında toplantı ertesi gündü ama konu geldi ve bayağı bi'şeyler konuşuldu. Eve bayağı geç geldim.

Ertesi gün Charles'ın 1 günlük bir çalışması vardı ve ona katıldık. Güzel bir çalışmaydı ama uzun uzun bahsetmek istemedim şimdi. Giderken Sinan'ın arabasına 7 kişi sığmıştık, dönüşte 8 kişi sığışmayı başardık ((: Hem de bir tek ufak tefek biri yokken aramızda. O anların da fotoğrafları ve videoları var, fırsat bulursam ve arkadaşlardan alabilirsem eklerim. Bu arada etkinlik Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi'nde idi. Çok görülesi bir yer. Otoyolun kenarında yüzlerce çeşit bitki, ağaç vs. Çok çok keyifli bir yer.

Akşam Bürge'nin yeni evinde toplanacaktık GeziJam toplantısı için. Öncesinde Kadıköy'de TEGV'cilerle buluştum. Off çok özlemişim çocukları!! Çok kalamadım ama aklım orada kaldı resmen. Neyse, 2 hafta sonra rakılı falan bi'şeyler yapacak gibiyiz. Nihal, Özcan, Onur, Ceren, "Meren" unutmayın sakın! ((:

Sonra Bürge'ye geçtim, pek şeker bir evi var; iskeleye 3-4 dakika hem de. Güle güle otursun o zaman. GeziJam toplantısını yaptık. Önemlice kararlar aldık galiba. Zaten çok az zamanımız kaldı; Ekim ortasında bir köyde pilot çalışma yapmayı hedefliyoruz. Yeri de belirlemek üzereyiz, iş ne gibi etkinlikler yapacağımızı belirlemeye kaldı. En zor kısımlara geldik artık. Bakalım ne olacak...

Sabah 4'te falan yatabildik; yerlerde, minderlerin üstünde vs. her yerde insanlar vardı. Tam üniversite kafası. Çok güzeldi ama... 10 kişi kaldık evde, 8'i salondaydı ((:

İşte sabah kalkmaca, toparlanmaca ve bir önceki gecenin bulaşıklarını yıkamaca, poğaça-börek vs alıp Moda'da kahvaltı yapmaca, çayların çok pahalı olmasına (küçük 2 tl, büyük (su bardağı) 4 tl) kızmaca, bununla kalmayıp bir büyük çayı masaya ve üstüme devirmece, gerilmece, garsonla laf dalaşına girmece falan... ((: Hiç de adetim değildir ya... Sonra çimlere yayıldık bir süre, orada birkaç sokak köpeği ile arkadaş olduk. İsimleri de var; İsmail Abi, Kemal Amca (çok pisti, bi de kuyruğu böyle rastalı saç gibiydi, çok şeker), diğerinin adını unuttum şimdi ama Refik gibi bi'şey koyduk galiba. Aşırı tatlılardı; en son bizi otobüs duraklarına kadar bıraktılar zaten. Çok iyi anlaştık.

Artık ayakta duracak halim yoktu ve tam anlamıyla leş bir halde Nes'e geldim. Hemen duş falan aldım, kendime geldim biraz. Biraz muhabbet falan. Sonra Nes bize (biz derken akşam Atakan da geldi. Kendisi Nes'in sevgilisi olur, bir de çok iyi solisttir, grubunun adı "King Size", muhtelif yerlerde çalıyorlar.) balık yaptı. Fırında palamut; altında soğan, daha da altında patates... Salata yaptı bir de koca bir tabak. Ayrıca bir de soğan yaptık sumaklı falan. O kadar afiyetle yedik ki anlatamam, ama çok şiştik. Sonunda da fırına vermiş olduğu helvaları yerken keyifler tavan yaptı zaten.

Sonra biraz muhabbet, biraz TV falan... Zumbara'da çok aksattığım bir hizmeti online olarak verdim nihayet. Zumbara'dan daha önce de bahsettim, mutlaka girmeli, bakmalı, katılmalı; çok seveceğinize eminim.

Sonra da şu 3 günü yazdım işte.

Biraz sıkıntı vardı içimde ama geçti galiba. Zaten çok uzamış yazı, şimdi oralara girmeyelim.

13 Eylül 2012 Perşembe

göçebe günlükleri - gün 10 - otostopla İstanbul'a dönüş

10. günün sonundan yazıyorum, hatta 11. gündeyim şu anda ama dünden (12 Eylül Çarşamba) bahsedeceğim. Bulutsuzluk Özlemi dinliyorum kaç saattir, şimdi de Tanju Okan-Aşkı Bulacaksın. Bitince Ortaçgil'e geçeceğimdir.

Zeyd sağ olsun, yine oyalandı da oyalandı sabah. ((: 9'da çıkmayı planlarken 11 civarında anca çıkabildik evden. Bi'şeyler atıştırdık falan...


Neyse 12 feribotuyla Eceabat'a doğru yola çıktık. Yarım saat sonra karşıdaydık. Hemen koşup, feribottan çıkan araçlara otostop çektik ama duran olmadı orada. Biz de anayola doğru yürüyüp, oradan otostop çekmeye başladık. Yarım saat sonra falan biri durdu (Erdal), bazı Aygaz-otogaz istasyonlarına uğraya uğraya (her istasyonda 20 dakikalık işleri vardı) İstanbul'a kadar gidecekti. 


İlk durak Gelibolu idi, oraya varınca indik araçtan, dedik "kimse durmazsa seninle devam ederiz biz.". Ama biri durdu, değişik bir adamdı, adını da soramadık. O da Keşan'a kadar gidiyordu. 80 km/saat hızla ağır ağır vardık Keşan'a. Orada bir kavşakta indik ve inmemizle Aygaz'cı Erdal'ın bize yetişmesi ve yanımızda durması bir oldu. ((: Çok komikti. O da Keşan'daki bir Aygaz'a gidiyordu, bizi biraz daha stratejik bir yere kadar götürdü. 15-20 dk. sonra yine oradan geçecekti ve bizi alacaktı, kimseyi bulamazsak. ((: 

Ama bulduk; hem de süper ötesi bir tesadüf oldu, 1,5 ay önce Asos'ta kaldığım yeri işleten aileden biri durdu; gözlükten ben tanımadım ama o tanıdı ((: http://icimdensohbetler.blogspot.com/2012_07_01_archive.html yazısında 7 aylık bir kızdan ve yaşadığımız büyük aşktan (Hiranur) bahsetmiştim, onun babası işte! Onunla da İstanbul'a kadar devam ettik.

Bu arada Zeyd yollarda hep uyukladı, gerçi Silivri yakınlarında ben de sızdım bir ara. Neyse Beylikdüzü'nde indik, metrobüs + metro ile Taksim'e ulaştık. Zeyd ıslak hamburgeri pek özlemiş, ayağımızın tozuyla birer tane yedik. Sonra 3.Mevki'ye ye gidip orada da bi'şeyler yedik. Bilmeyenlere şiddetle önereceğim bir mekan bu arada. İstiklal'deki caminin iki arkasındaki sokakta küçük bir mekan; lezzetli ve de iyi fiyatlar sunuyor. Şeker de insanlar. Çoğunlukla orada yiyorum ben.

Bu arada otostop çekerken, durmayan şoförlerin beden dili, hareketleri çok komik oluyor. Hareketleriyle "sola-sağa dönücem" diyen, "araba çok dolu" diyen, "ne bok yiyosunuz" diyen vs... Hele bir tanesinden sonra yerlere yattık nerdeyse. Adam bayağı bayağı sohbet etti bizimle, ama ne dedi anlamadık hiç. İçini döktü resmen... Selam olsun ona da.

Sonra Hanzade (jamci o da) ile buluştuk; ama ben çabucak kalkıp dans dersine geçtim. Ders gayet keyifliydi...

Sonra da, gündüz beni arayan Neslihan'a (biz ona "Nes" diyoruz, bi de üniversiteden arkadaşım) gittim. Bir süre sohbet ettik, pek keyifliydi. Biraz güncelledik birbirimizi; jamden, iş durumlarından, İstanbul'da yaşamanın anlamsızlığından falan bahsettik... 

Burası da İstanbul'daki ikinci adresim oldu böylece. Birkaç gün buralardayım, sonrasına bakıcam. Burada da pek rahatım, pek huzurlandım girer girmez. Teşekkürler Ness!!!

11 Eylül 2012 Salı

göçebe günlükleri - gün 8 (devam), 9 - Dardanos

Yarın sabah İstanbul’a doğru yola çıkacağız. Feribotla karşıya geçip oradan otostop çekeceğiz. İki erkek (Zeyd’le ben), işimiz biraz zor olabilir ama bakalım…

Bu arada yarın akşam dans dersimin ardından ne yapacağımı, nerede kalacağımı henüz bilmiyor olmam da ne garip.

Bugün çok keyifli geçti. Ama öncesinde, dün akşam yazdıktan sonra Arizona Dream’i izlediğimizi paylaşmak istedim. Çok yıldır aklımda olan ve bir türlü izleyemediğim filmlerden biriydi. Pek değişik bir film bu arada, anlatması ne zor… Ama niye anlatayım ki zaten.

Hah işte, bugün çok güzeldi. Dardanos’a gitmeye karar vermiştik dünden zaten. Hatta Yağmur (İstanbul’dan yenice bir arkadaşım) da buradaymış, o da gelecekti. Sabah kalktık, Le Mantı’da hızlıca kahvaltı ettikten sonra Yağmur’un bindiği otobüsü yakalamak üzere epey bir koşturmamıza rağmen muvaffak olamadık. Ama Zeyd de pek oyalanıyor kardeşim. Evden de geç çıkmıştık, sonra böyle oldu işte. Bir sonrakine atlayıp vardık Dardanos’a. Zeyd’in anneannesine uğradık, Zeyd üst-baş değiştirdi ve nasıl becerdiyse, bunu da 20 dakikada falan gerçekleştirdi. ((:

Yağmur’la ben de, onu beklerken anneanne ve komşularla sohbet ettik. Hamur açıyorlar, erişte vs. hazırlıyorlardı. Nasıl şeker insanlar ama… Bir de yaşlarına göre çok genç ve dinç. Bu arada, açtıkları yuvarlak hamurları yerlere ve koltuklara dizmişlerdi ve hem benim, hem Yağmur’un bu hamurları minder zannedip, bıraksalar üstlerine oturacak olmamızı nasıl açıklamak lazım, hiç bilmiyorum.

Zeyd geldi nihayet, sahile gittik. İlk gittiğimiz yerde çok kalmayıp biraz ileriye gittik ve akşama kadar orada takıldık. Pek keyifli geçti tüm gün. Deniz çok güzeldi, muhabbet de öyle. Fotoğraf falan çektik. Sonra artık akşama doğru anneanneye doğru gidip bi’şeyler atıştıracakken Yağmur bir kez daha denize girmek istedi. Koştur koştur girdik, sonrası iyice keyifliydi. Abuk subuk hallerde fotoğraflar çektik ve çok eğlenceliydi. Hatta ilk kez bloga bu fotoğraflardan birkaçını ekleyeceğim sanırım. Koşarken, hoplarken, zıplarken… Çok güldük ama, çok…


Anneanneye gidiş, o gün yapılan eriştelerden (hem de yine o gün yapılan tarhanadan da sosla yapmışlar, çok güzeldi), çay eşliğinde poğaça, kek vs. yiyiş, otobüse atlayış ve Yağmur’dan ayrılıp eve dönüş… Geldikten sonra da yine ara ara bi’şeyler yedik, içtik; kitap okudum, bugünkü fotoğraflara bakıp –fazlaca– sesli güldük, falan… Arada Jam’cilerden Ayşegül, Hülya falan aradı, çok güzel geldi; sonra Emek aradı, o da güzel geldi (evet, her şey güzel geliyo, n’apiyim!). Bu arada bugünlerde okuduğum ve an itibariyle bitirdiğim bir kitaptan ayrıca bahsedeceğim ama şiddetle tavsiye etmek istediğim için burada da adını geçirmek isterim: Ayrıntı Yayınları’ndan “Göğü Delen Adam” adlı kitap. Gerçekten çok iyi… Bana da Elif verdi, iyi ki verdi. Kısa da bir kitap ama çok şey var içinde. En az birkaç kez okuyacağım, gibi görünüyor.

Şimdi de biraz sohbet edip uyuyacağız herhalde. Yarın sabahtan yollara düşeceğiz; bakalım neler gelecek başımıza…

10 Eylül 2012 Pazartesi

göçebe günlükleri - gün 5 (devam), 6, 7, 8 - Erdek-Yeniköy-Çanakkale

Zeyd’lerin dükkan - Le Mantı

Yollar çok keyifli. Birkaç gündür sürekli hareket halindeydik. Ama bugün biraz yavaşladık.

Cuma gecesi 12 civarında Erdek’e vardık. Bülent’in annesi biraz döktürmüş, sağ olsun. 3-4 çeşit zeytinyağlı, pilav, tavuk, kavun, komşudan gelen bol isotlu çiğ köfte. Tam rakılıktı yemekler ama biz Avşa Adası’nda yapılan Bortaçina şaraplarından almıştık 2 şişe, onları içtik. 3’e kadar falan yiyip, içip, muhabbet ettikten sonra yatmayı başarabildik. Çok keyifli bir geceydi.

Cumartesi sabahı Bülent bizi 7:45’de kaldırdı (halbuki 8 diye anlaşmıştık.). İlk iş doğruca denize girmek oldu. Tahminimizden daha iyiydi su sıcaklığı ama çok rüzgarlıydı. Biraz yüzdük, sonra evde süper bir kahvaltı… Tabii ki dünyaları yedim.

Öğleye doğru Yeniköy’e doğru yola çıktık. Yeniköy, Jam’i yaptığımız yer bu arada; Çanakkale-Bayramiç’e bağlı. Yolda Çan’dan Balıkçı’nın ihtiyacı olan birkaç malzemeyi toparlayıp oraya vardık. Özgür, bizden önce gelmişti oraya. Sarılmalardan, öpüp koklaşmalardan sonra, doğrudan ağaçlara, tarlalara daldık. Böğürtlenler, incirler, çeşit çeşit domatesler… Zaten bundan sonra orada burada nasıl o kötü domatesleri yiyeceğim, hiç bilmiyorum. O nasıl aromalar, her bir çeşidinki kendine has…

Şimdi eve geçiyoruz...

19:45 Zeyd’lerin evi'nden devam

Sonra eve geçtik. Orada Volkan ve Eda ile tanıştık. Volkan bir aydır falan Balıkçı (Yeniköy’deki mekanın ortaklarından, Jam katılıcılarından) ile kalıyor, orada gönüllü olarak işlere yardımcı oluyor. İnşaat mühendisi ve bir yerde çalışıyormuş ama şehir hayatının anlamsızlığını fark ederek kırsala geçmeye karar vermiş. Şu an için, uzunca bir süre orada kalacak gibi görünüyor. Bu, onun hiçin hem kırsal hayatı deneyimleme şansı, hem de bu hayatı öğrenerek, ilerleyen zamanlarda kendi hayatını da bu şekilde kurabilmek. Ara ara küçük sohbetler yapabildik; buradaki hayatın birçok zorluğunun da olduğundan, yapacak çok iş olduğundan ve yalnızlığın getirdiği bir yabanilikten bahsetti. Umarım istediklerini yapabilir.

Eda da Volkan’ın arkadaşı. Sadece hafta sonu için gelmiş Yeniköy’e. Biz gittiğimiz sırada yalnızca birkaç saattir oradaydı, sabah gelmişti, ama “çok uzun zamandır burada gibi hissediyorum.” dedi. Köyde zaman algısı gerçekten bambaşka.  Biz de toplam 24 saat orada kaldık ama o kadar uzun süre kalmış gibiydik ki… Eda da bir şirkette çalışıyormuş, mali işler falan, sıkıcı şeyler yani. İleride o da bu tip bir hayata atılmak istiyor ama henüz erkenmiş galiba.

Akşama kadar sohbet ettik, güldük, Jam anılarını canlandırdık. Birkaç bira içtik… Akşama doğru da yemek işine giriştik. Eda’yla Volkan orada yetişen muhteşem baklalarla fava yaptılar, biz Özgür, Zeyd, ben salata yaptık. Sonra her şey hazır olunca, Zeyd Çanakkale’den getirmiş olduğu mantıları pişirdi bize. Sarımsaklı yoğurdu falan da hazırlamıştık zaten. Mantılar yendi, sonra rakılar açıldı. Burcu, yeni almış olduğu maaşıyla Tekirdağ altın seri almıştı (reklama girmek pek iyi değil ama…). O ne lezzet yahu! İlk ikişer teklerimizi bitirince Yeni Rakı’ya düşmek zorunda kaldık ama olsun. Kafalar güzelleşmeye başlamıştı ne de olsa.

Tabii ki müzik! Çoğunlukla Bülent, zaman zaman da Balıkçı saz çaldılar. Özgür önce vurmalılarla, sonra gitarıyla eşlik etti. Ben de biraz vurmalı çaldım. Çok çok keyifliydi. Rüya gibi bir geceydi. Erol Abi ve … Abi’lerin (adını hatırlayamadım) katılımı da renk kattı. Türkülere katıldılar, zeybek ve sonrasında çiftetelli oynadılar, … Abi birkaç uzun hava söyledi. Çok çok güzeldi. En son biraları da tükettikten sonra odaya geçtik. Bütün minderleri, döşekleri yan yana dizdik, 7 kişi o şekilde uyuyacaktık. Bunu en son üniversitedeyken yapmıştım! Hülya’nın tüm konuşma ısrarlarına ve susmayan çenesine rağmen (Hülya alınmıyorsun, değil mi?) uyumayı başardık. Ama nasıl oldu, hala anlamış değiliz. Gerçi Bülent’in taktiği faydalı oldu sanki. Söz aldı konuşmak için, ama bir cümle söyledi, 30 sn durdu, bir tane daha söyledi, yine sustu… Derken bizi uyuşturmayı başardı ve daldık. Evet, Hülya da daldı.

Sabah bir kısmımız tarlaya domates toplamaya gitmeyi başarabildi, ama bir kısmımız (ben dahil) uyanmayı başaramadı. 10 civarında uyandık ve kahvaltı sofrasına oturduk. Orada yapılan muhteşem peynir, orada yapılan muhteşem domates sosu (salça gibi bi’şey ve çok güzel), oranın kendi domatesleri, zeytinleri ve taptaze köy yumurtaları ile harika bir kahvaltı yaptık. Burcu’yu destek olduğu proje ile ilgili görüşme için Bayramiç’in bir köyüne, Zeyd’i sınavına gitmek üzere Çanakkale’ye, Bülent’i eşi Neslihan’a ve aşırı tatlı kızı Elif’e doğru uğurladık. Bülent gitmeden önce mutfağın yanındaki avluda yine müzik yaptık biraz. Bi’ ara doğaçlama çaldık ve uyum harikaydı. Bayağı bayağı heyecanlandım. ((: Sonraki birkaç saati de salçanın yapımını izleyerek ve biraz da yardımcı olarak, sohbet ederek geçirdik. Bir ara, Jam’de etkinliklerin yapıldığı bölüme geçtik, Hülya, Özgür ve ben. Bir süre konuşamadık bile. 45-50 gün önceki hallerimiz, diğerleri geldi aklımıza. 7 gün aralıksız bir arada, ve o küçücük mekanda olunca, herkesi o kadar özümsemişiz ve mekanla birleştirmişiz ki, tek tek gördüm sanki herkesi. Hatta oturdukları yerlere, oturma şekillerine kadar orada bizimleydiler. Çok ilginç bir duyguydu. Sonra Balıkçı da katıldı bize. Dördümüz biraz sohbet ettik, içimizden geçenleri paylaştık. Güzeldi yine, çok güzeldi…

Akşamüstüne doğru da yola çıktık. Volkan bizi kamyonetle anayola çıkardı. Giderken ve gitmeden önce de, sürekli, böyle bir kamyonetin kasasında uzun yol yapmak istediğimi söyledim, durdum. Oradan Balıkçı Bursa tarafına doğru, biz de tam ters tarafa, Çanakkale’ye gidecektik. O otostopla 3 araçla Çan’a gidebilmiş, sonrasında “normal” yollarla devam etmiş. Biz de çok az araç geçen o yolda epey (belki 45 dakika kadar, belki daha az) bekledikten sonra, bir kamyon durdu ve bir dileğim daha gerçekleşmiş oldu. Hülya ön tarafa oturdu, biz Özgür’le kamyonun kasasına atladık, Ezine’ye kadar o şekilde gittik. Çok keyifliydi de, sabah o araçla kiremit taşımış olmaları ve bahsi geçen kiremitlerin tozlarının araçta kalmış olması bizi mahvetti. Gözümüz, kulağımız, saçımız, her yerimiz tamamen kiremit tozu ile kaplandı, 1 saatlik yolculuk sonunda. Gözümüzü açamadan, ayakta, demirlere tutunarak tuhaf ama bir yandan da keyifli bir yolculuk yaptık. Özgür, sonlara doğru yerde duran PVC kapılardan birinin üstüne yattı. Ezine’de indik, oradan da başka biri bizi arabasına aldı ve Çanakkale’ye kadar getirdi. Bu arada adamın soyadı Gezgin’miş, bir çocuğa verilecek güzel bir isim olabileceğini konuştuk. Bir yandan da çok sorumluluk yüklemek gibi gerçi…

Çanakkale’ye vardık, Zeyd ile buluşup eve geldik, banyoda kiremit tozlarından arınmayı başardık. Sonra dışarı attık kendimizi. Burcu da işini bitirip katıldı bize, balık ekmek yedik, sonra Kordon’a gidip güzel bir dondurma, sonra birer bira aldık ve deniz kenarında oturduk. Çok keyifliydi sohbet, güzel fotoğraflar da çektik. Üşümeye başlayınca eve doğru yola çıktık ama yemeye de devam ettik. Önce mısır, sonra kokoreç, eve gelince de şarap. Evet, yedik içtik birazcık! ((:

Sonra maalesef Hülya ve Burcu’nun otobüs saatleri geldi. Tam zamanlı çalışan bu arkadaşlarımızı İstanbul’a uğurlayıp eve döndük biz. Özgür ve Zeyd’le sohbete ve kalan şaraba devam ettik. Çok yorgundum ben, çok iştirak edemedim ama gidip yatamadım da bir türlü. Yarı kapanan gözlerle takıldım onlarla. Konu en son ilişkilere falan da gelmişti ne güzel ama gözümü açamıyordum artık. Epey geç saatlerde yatmayı başardık.

Son zamanların en uzun uykusunu uyudum; Zeyd’in telefonu çalıp uyandığımızda saat 12:30 idi. Kendime gelmişim nihayet! Kahvaltı, sohbet… Gitme sırası Özgür’e geldi, akşamüstü onu da gönderdik ve kaldık Zeyd’le. Kordon’da yürüyüş, Çanakkale’yi sevmece… Küçük bir şehir ama pek güzel, pek yeşil, pek sakin, ucuz da… Sonra annesi Leman Abla’nın işlettiği Le Mantı’ya gittik, bir şeyler atıştırdık, oradaki çay ocağından koruk suyu içtik. Ne güzeldi yahu… Birkaç saat takıldıktan sonra eve geldik, şimdi de yazıyorum işte…

7 Eylül 2012 Cuma

göçebe günlükleri - gün 5 - yollar


Karacabey’e doğru yoldayız. Bülent kullanıyor, Burcu yanında. Ben ve Hülya (şimdi uyuklamaya başladı.) arkadayız. Pek yazacak havada hissetmesem de yazmak istedim. En azından “şunu yaptık, bunu yaptık” diye özetlemek…

Hülya’yı alıp yola düştük akşam. Feribot kullanmadık da, körfezden dolaştık. Seviyorum o yolu. Hepimiz açtık ama Orhangazi’de yenecek köftelerin hayali ile tuttuk kendimizi; Burcu’nun getirdiği Muş ekmeği ve hıyarlarla idare ettik. Orhangazi’ye varıp da Yusuf’ta köfteleri götürürken beklediğimize değdiğini düşündüm ama.

Bu arada yolda, Bülent’in zengin ötesi arşivinden çok güzel albümler dinledik; ama özellikle Bach – Oriental (ya da öyle bir isim) albümüne bayıldık hepimiz. Bach’ın bestelerine perküsyonun eşlik ettiği çok güzel bir çalışma. Şiddetle öneririm.

İşte sonra da Gemlik falan derken İzmir yoluna düştük. Pek bi’şey yok içimde.

göçebe günlükleri - gün 4 - dinlenmece

4. günün sonuna geldik. Bu, Ekin'deki son günüm, en azından şimdilik. Uzun uzun yazmayacağım ama bir özet belki...

Bugün bütün gün evde oturdum; biraz GeziJam ile ilgili çalıştım, çokça Fikret Kızılok ve sonra Bulutsuzluk Özlemi dinledim saatlerce. Bu gruba bugüne kadar gereken önemi vermediğimi fark ettim; tüm şarkıların sözleri içime içime işledi resmen.

Akşamüstü olunca yemek yapmaya koyuldum. Dedim, "son günümde mutlu edersem bu insanları, yine gelmeye yüzüm olur hem.". Çok da mutlu ettim gibi. Bana numara yapmadılarsa her birini pek beğendiler. Hatta Sinan, ilk kez parça et yemiş çocukluğundan beri. ((: O kadar güzel yapmışım demek ki... Etli patlıcanlı bi yemek yaptım fırında, adını da patlıcanlı emre kebabı koydum; bir de yayla çorbası yaptım; bir de börülce salatası. Dünden kalan yoğurtlu semizotu (onu ben yapmadım) ve yemek sonrasında çayın yanında browni (onu da Ekin yaptı valla) de vardı. Biraz fazlaca yedik hepsinden.

Sonra da, 1 yıl boyunca dünyayı gezen bir adamın çektiği belgesel filmi (A Map for Saturday) izleyip, biraz da gaz alıp, günü bitirdik. Ekin yattı şimdi, Sinan "Karısını Şapka Sanan Adam" diye bir kitap okuyor, yeni başladı. Ben de günü özetliyorum; bundan sonra "Papalagi"ye başlayacağım.

Bundan sonraki birkaç gün çok hareketli; yarın gece Erdek'teyim, Cumartesi Çanakkale-Yeniköy, Pazar'dan itibaren 2-3 gün Çanakkale falan...

Not: Salı ya da Çarşamba günü dönmüş olacağım; nerede kalacağımı bilmiyorum. ((:

6 Eylül 2012 Perşembe

Göçebelik de nereden çıktı?

Bu arada bu göçebe günlere başladım da, neden başladım... Çok net bir hedefim yok. Ya da var mı acaba...

Benim hayattaki derdim büyük aslında: Sistemin ta kendisi, olan biten neredeyse her şey. Bu çalışma düzeni, sabah 9 - akşam 6'lar, (Tabii bununla kalmıyor ve çokça mesailer falan vuk'u buluyor. O zaman hepten kahroluyorum.) tüketim kültürü, yüzeysel yaşamlar, doğadan kopuş, her yeri tahrip etmeler, 3. köprü için yüzbinlerce ağaç kesmeler ve böylece milyonlarca canlının yaşam hakkını gasp etmeler... Gerçekten bu yol, yol değil.

Şimdi bunların her biri için yüzlerce yazı yazılır ve yazılıyor da... Burada bu konulara tek tek girecek değilim de, işte ben bunların dışına çıkmak istiyorum. Başka bir hayatın mümkün olduğunu, önce kendime sonra başkalarına kanıtlamak istiyorum. Evsizlik, bunun adımlarından biri. Yaşamak için çok az şeye sahip olmak gerekmesiyle ilgili bir parçası. Ama tek başına yetmez tabii. Yine de para lazım, değil mi? Şimdilik rahatım bu konuda neyse ki (işsizlik maaşından daha güsel bi'şey olamaz sanırım); ama işte zamanla, param olmadığında da yaşayabilmenin yollarını bulabilmeyi umuyorum. Türkiye'de ve dünyada ekolojik çiftliklerde gönüllülük, sokakta müzik yapma, belki dans etme ve hatta top vs. çevirme, GeziJam projemiz ve uçuşan başka şeyler... Takım elbisesiz, mesaisiz, ama aslında daha çok çalışılan, daha çok paylaşılan, daha doğal ilerleyen bir hayat.

Kendimi, mümkün olduğunca sistemin dışına çıkarıp, bir yandan da diğerlerine de ilham olma kaygım var. Elimden geldiğince bunları gerçekleştirmeye çalışıyorum işte şimdilik. 2 ay sonra bunlar çok saçma gelebilir veya mümkün olmadığını düşünebilirim. Ama sanmıyorum... Hem gelse de bi'şey olmaz ki...

göçebe günlükleri - gün 3

Göçebe hayatı pek güsel, pek çok sevdim ben.

Bu sabah da kalktık, Bülent'le kahvaltımızı yaptık; sonra hayatımda ilk kez bir uzman psikolog ile görüştüm. Bu servisi zumbara'dan aldım bu arada. (bilmeyenler, en acilinden www.zumbara.com) "İyisin" dedi bana, "duygu ve düşüncelerin gayet tutarlı ve doğru çalışan bir süzgecin var..." gibi gibi. Zaten terapilik bir durumum olduğunu düşünerek gitmemiştim ama yine de böyle bir fırsatı değerlendirmek istemiştim. Çok güzel geçti; birçok şey paylaştım, yorumlar yaptı, 1-2 konuda fikirlerini paylaştı... İyi ki gittim.

Sonrasında, Duygu ve Kutsal'la buluşmak üzere Cihangir'e doğru geçtim, akşama kadar onlarlaydım. Sohbet, muhabbet, yeme - içme... Sonra İstiklal ve çevresinde dolandım, yeni deldirdiğim sağ kulağım için küpe baktım ama içime sinmedi. Biriyle gitmem lazım, kendim beceremicem bu işi. Bu arada İstiklal'de, 2011 (sanırım) 24 Nisan'ında askerde ölen (hatta kasıtlı olarak  öldürüldüğüne yönelik ciddi iddialar olan) er Sevag Nişanyan ile ilgili bir yürüyüş vardı, son 2 aydır körelmiş aktivist tarafımla bu gruba katıldım. Hrant'tan sonra, bir kişi için daha "Hepimiz Ermeniyiz" diye slogan attım.

Sonra dans dersimi verdim, pek keyifli geçti, çok eğlendik. Ben kesin çok eğlendim de, öğrenciler de yüzüme gülüp arkamdan "deli bu yaa" diye konuşmuyorlardır umarım. ((:

Neyse sonra atladım 112'ye, yine Ekin'e geldim. Kapıyı anahtarımla açınca, "hop noluyo yaa, anahtarla giriyorsun bu saatte!" dedi; ben de kapıyı kapadım ve zili çaldım, geldi açtı sağ olsun. ((: Ayak üstü eğlendik işte... Gençlik... Bi'sürü ıvır zıvır atıştırdım, Ekin'in yaptığı muhteşeme yakın browni'den yedim.

Şimdi de işte günü özetleyip, 2 lokma bi'şeyler okuyup yatma zamanı geldi.

Keyfim pek yerinde. Çalışmamak güzel, işsizlik maaşı güzel, kira ödememek güzel, arkadaşlar-dostlar güzel...

5 Eylül 2012 Çarşamba

göçebe günlükleri - gün 2

İkinci günün sonuna geldik. Gayet kendi evimdeymişcesine (kelimeye dikkat) kalktım bugün, duşumu aldım falan... Sonra atladım Deniz'e gittim. Bu arada bugün hem Deniz, hem Bürge blogla ilgili çok önemli önerilerde bulundular. Hatta en önemlisi şuydu sanki, çeşit çeşit insanların adları geçiyor ama bunların kim olduğunu falan da anlatmak, karakterlerden bahsetmek lazım... Beni ve çevremi yakından tanımayan kişiler de bu yazıları okuyorsa, haklılar aslında, yapmak lazım. Hatta fotoğraflarını falan da iliştirsem daha mı güzel canlanır ki?.. Öte yandan, şu anda kendime yazar gibi yazıyorum ve bunu seviyorum; okuyanları ne kadar gözetirsem, o kadar doğallıktan uzaklaşır mı bu iş, diye de bir endişem yok değil. Bu yazıda birer cümle ile de olsa açıklasam bari, bakalım nasıl olacak. Başka önemli önerileri de oldu aslında Bürge'nin ve diğer arkadaşların da... Ama bunları yazmaktansa, zamanla uygulamaya dökmek daha iyi sanki.

Mesela Deniz dediğim insan, TEB UCB adlı şirkette 4 ay birlikte çalıştığım, sonra şirket kapanınca iş hayatında yollarımızın ayrıldığı ama -artık 5 yıl oldu, maşallah- arkadaşlığımızda hiçbir gerilemenin vs.nin yaşanmadığı, aksine her geçen gün daha fazla şey paylaştığım ve büyük oranda aynı kafada hissettiğim, çok çok sevdiğim bir arkadaşım. Bürge de, Anadolu Jam (Anadolu Jam'i anlatmak pek zor ama Anadolu Jam'in sonlarına doğru yazmış olduğum şu "abuk" yazı belki fikir verebilir: http://icimdensohbetler.blogspot.com/2012/08/simdi-ne-yapmal.html) denen muhteşem organizasyonda tanıştığım, bir ihtimal dünyanın en tatlı insanı. Bu hafta sonu taşınacak o da; yardım edecektim hatta ama Cuma gecesi itibariyle birkaç günlüğüne İstanbul dışına çıkacağımdan mütevellit (biri "mütevellit" mi dedi?) olamayacak korkarım. (Bu tanıtma faslı çok mu uzuyor acaba... Kısaltayım bakalım...)

Upuzun ve pek keyifli bir kahvaltı yaptık Deniz'le; laf lafı açtı, hiç durmadan 4 saatten fazla sohbet ettik. Dünyada niye varız, bu insanlar ne yapıyor, neyin peşinde, biz ne yapıyoruz/yapmalıyız, iş hayatı niye böyle saçma sapan, sosyalist geçiniyoruz ama nasıl hala Kapital'i bile okumamış oluruz, okunacak çok kitap var, seyredecek de çok film, gibi bir çok meseleyi çözdük bitirdik çok şükür.

Konuşmalara doyamadık, daha olsa bir fili bile konuşurduk (bkz. o kadar açım ki bir fili bile yiyebilirim). Sonra ben çıktım Korhan'la buluştum. Korhan da eski ev arkadaşım olur; kendisi Nisan ayında beni sattı ve evlendi. Onun yerine Polat geldi, falan... Korhan'la Mecidiyeköy'de buluştuk; dondurma yedik, sohbet ettik ve çok iyi geldi. Özlemişim meğer... Ama ikimizin de yapması gereken şeyler olduğu için (zaten mesai saati içindeydik de) çok uzatamadık ve ayrıldık. Korhan'dan, Burak'a (Burak da odamı -şimdilik- geçici olarak devrettiğim arkadaşım) vermek üzere benim evin anahtarlarını aldım, eve gittim. Anahtarları bıraktım eve, dün yıkamış olduğum çamaşırları topladım, bir yerlere tıkıştırdım ve çıktım.

Vapurla Kadıköy'e geçiş; sonra Ekin'le buluşmaca ve eve gelmece... Ekin, dün yazmıştım, göçebe günlerimdeki ilk durağım. Yine Jam'den arkadaşım olan aşırı yakışıklı ve aşırı güzel sesli adam Sinan'ın sevgilisi. İnanmazsınız o da aşırı tatlı bir insan; bu iş nasıl olacak anlamadım... Neyse, sonra yemek işlerine koyulduk. Dünkü çok aşırı güzel yemekler duruyordu zaten, bunlara ek olarak ben de muhteşem somon soslu (tarifi benim uydurmam ve çok güzel) makarnamdan yaptım. Yemekleri yaparken Bürge (bahsettim), Hülya ve Bülent de (onlar da Jam tayfasından ama artık övgü sözleri yetersiz kalacak, bir de okuyanlar beni samimiyetsiz sanacak diye övemiyorum da; ama aşırı şahane insanlar, şimdilik bu kadarını söyleyeyim.) geldiler. Afiyetle yedik hepisini. Mis oldu.

Yemeklerin yanında ve sonrasında birkaç da bira içmiş olabiliriz tabii bu arada. Lafı mı olur...

Yemek sonrasında esas buluşma nedenimiz olan GeziJam toplantısına geçecektik (Bununla ilgili kısacık yazı da şu ola: http://icimdensohbetler.blogspot.com/2012/08/gezijam.html) ama öncesinde uzunca bir sohbet faslı oldu; GeziJam biraz sonlara sıkıştı. Yine de önemli kararlar aldık; mesela 13-18 Ekim tarihlerinde pilot uygulamamızı yapmaya ve 10-12 gün içinde pilot çalışmamızı da içeren birçok konuyu etraflıca konuşmak üzere geniş katılımlı bir toplantı yapmaya karar verdik. Önümüzdeki hafta Cuma gecesini, Cumartesi sabah ezanına bağlayacak gibiyiz, bakalım...

E şimdi de geldim, yazıyorum bir süredir. Bir şeyler okuyasım var ama yoruldum. Sabah da 9 civarında kalkacağıma göre okumadan (hadi belki azıcık okuyarak) uyusam iyi olur.

Son bir şey; akşam birkaç kez çok sevdiğim biri ile konuştum uzun uzun. Çok üzgündü, çok mutsuzdu, çok morali bozuktu... En son konuşmada ve sonrasında da mesajlaşma ile devam ederken, kısmen daha iyi hissettiğini fark ettim ve çok çok sevindim. Çabucak daha da iyi hissetsin, hatta bence hemen buraya gelsin. İhtiyacı olan şey bu sanki. Hatta ısrar etmek gibi olmasın ama kesin gelsin mesela.

Çok uzun olmuş; ya sıkıcı oluyorsam...

4 Eylül 2012 Salı

göçebe günlükleri - gün 1 - evden çıkış

Başladım; ciddi ciddi başladım. Bu akşam 19:30 itibariyle evi, odamı ve ev arkadaşımı Burak'a bıraktım ve şu anda göçebe hayatımın ilk akşamının sonlarındayım. Ve bu da yeni blogun ilk yazısı olmuş oluyor; göçebe günlüklerimin ilk yazısı yani (blogun adını "göçebe günler" koydum ama "göçebe günlükleri" veya başka bir şey mi olsa? Önerisi olan olursa, yorum kısmına yazsa mesela, olma mı?). Dün gece (aslında bu sabah) saat beş buçuğa gelirken uyuduğumdan, şu anda çok uzatamayıp bayılabilirim.

Metrobüse, oradan da otobüse atladığım gibi Ekin'lere geldim. Sinan ve Ekin beni süper bir tavuk sote (bişey mantarı ile yapmışlar hem de, neydi o yahu?..), şahane bir takım zeytinyağlı biber dolmaları ve kocaman bir kase salata ile, daha da önemlisi müthiş birer güler yüzle karşıladılar. Beni beklerken de açlıktan ölmüşler bu arada.

Gelmemle yemek masasına oturmam arasında geçen 30 saniyede elimi yıkadıktan sonra yemeye koyulduk. Her şey çok güzeldi yahu, tek bir yemek de "fena değil" olsun, değil mi? Yok, gerçekten çok güzeldi. Bir de kahvaltıyla duruyordum zaten, mest oldum; ayrıca çok yedim. Neyse ki utangaç, çekingen falan değilim de rahat rahat yedim de yedim. Yarasın bence...

Sonra oturduk, çayla birlikte cevizli baklavalarımızı yedik; işin kötüsü onlar da çok güzeldi. Sonra bol muhabbet, paylaşım... Bir ara Sinan'ın, bin beş yüz dakika arkadaşıyla telefonda konuşmasından faydalanıp kendisini de bayağı çekiştirdik, iki arada bir derede. İyi oldu, iyi...

En sonunda da Sinan'in sokmaç adını verdiği oyunu oynadık. Aman ne keyifli bir oyundu o da. Nasıl anlatılır ki... 4'e 4 bişey var, kahverengi ve sarı piyonumtrak şeyler var. Onları bu 4'e 4 şeyden geçiriyorsun, 4'lü sıra yapmaya çalışıyorsun falan. Fotoğrafını çekip paylaşmak lazım, yoksa Dostoyevski-vari betimlemeler yapmam gerekebilir. Ya da belki vazgeçip şu anda durabilirim. Evet, bu daha iyi. Biliyorum, hiçbir şey anlaşılmadı ama yapacak bi'şey yok. Kabaca XOX oyunu tarzı bir oyun aslında yahu. Evet, böyle daha kolay oldu! Ama güzel oyun, kafayı açıyor. Bir de acemi şansımla Sinan'ı 3-2 yenmiş olmam...

Ekin de, Sinan da halet-i ruhiyemi pek merak ettiler ve sordular; ama tuhaf bir şekilde çok normal hissettiğim için çok farklı bir his içinde değil(d)im ki... Sanki her gün evimi bırakıp, başka insanların evinde kalmaya gidiyormuşum gibi(ydi). Sırt çantamı aldım, evden çıktım, kulağımda müzik buraya geldim. Yaşadığım herşeyi bu kadar hızlı kanıksamama şaşırıyorum çokça, ama seviyorum da bu özelliğimi.

Ha bu arada, bu rahatlığım büyük oranda benim kendimi bilmezliğimden kaynaklanıyor olmakla birlikte, Ekin ve Sinan'ın da bunda büyük payı olduğunu unutmayalım. İkinci kez geldiğim bu evde, o kadar rahat ve "misafir değil" hissettirdiler ki, ben de çok hızlı adapte oldum. Damacanadan su alırken yere döktüğümde Ekin'in Vileda'nın yerini söylemesi falan mesela... Güzel güzel, pek güzel.

Öyle işte; yatacağım yavaştan. Yarın çok iş var. Deniz'le kahvaltı organizasyonu, sonra Korhan'la kısa bir buluşma, sonra müsaitlerse Duygu ve Kutsal'lara gitmece, sonra akşam GeziJam toplantısı (toplantıyı her nerede yaparsak, öncesinde yemek yapmayı da umuyorum.), hatta sonra bi plan daha... Arada bugün terk eylediğim "evim"e de uğramam lazım az bi'şey... Neyse ki çalışmıyorum yahu; bunca işin altından nasıl kalkardım, nice olurdu halim ("nice"yi de hep ingilizce "nays" gibi okuyorum zaten.)

Böyleyken böyle oldu; ilk günüm sona eriyor. Keyfim son derece yerinde, böyle de devam eder bence. Hadi bakalım...