17 Mayıs 2013 Cuma

Flora’da ilk günler


Yaklaşık 130 saattir Flora’dayım. Burada yüksek bir insan sirkülasyonu var; gelenin gidenin haddi hesabı yok. Çok yağmurlu günler; dün açan güneş bu sabah yerini yine yağmura bıraktı. Ama şimdi yine açıyor gibi gibi…

Cumartesi öğleden sonra Koray beni AŞTİ’ye bıraktı ve Antalya’ya doğru yola çıktım. Hayatımın -galiba- en huzurlu ve keyifli yolculuğuydu. Yolculuğu hep severim ama tek bir anında bile sıkılmadığım, hatta “bitmese bu yolculuk, daha gitsek” dediğim hiç olmamıştı. Kısa bir kısmı uyuyarak, yaklaşık 1,5 saati ‘Tilki ve Küçük Kız’ adlı pek güzel filmi seyrederek (Burcu’ya selam ola), kalan kısmı ise İstanbul yorgunluğunu ve sonrasındaki Bursa-Eskişehir-Ankara yolculuklarının debdebesini üzerimden atmak üzere dışarı bakarak ve düşünmemeye çalışarak geçti. Ama ne güzel geçti…

Akşam 10 sularında Antalya terminale geldim. Bülent de bir konser için Antalya’ya gelmişti ve o da 2 günlüğüne Flora’ya gelecekti. O da terminale geldi ve Tekirova’ya giden son otobüsü yakaladık ucu ucuna. Son otobüs olduğu için olsa gerek, orada burada çok durarak geçen uzun ve sıkıcı bir yolculuk sonrası 2 saat sonra Tekirova’daydık. Tekirova’dan Flora’ya gelmek (10 km) normalde sıkıntılı olacaktı ama otobüste bir adamın Finike’ye doğru devam edeceğine kulak kabarttığım ve utanmak bilmez bir insan olduğumdan mütevellit, hemen soruverdim ve adam bizi Flora’ya giden sapakta bıraktı. Selahattin (dünden beri ‘abi’ dememeye başladım) bizi aldı ve 1,5 km.lik toprak yol yolculuğu sonrası Flora’daydık.

Evde daha önce tanışmamış olduğum Seda ve Seçil de vardı, Ayşeler dışında. Biz gelmeden rakıları içip kafayı bulmuşlardı. Ayrıca yüksek geyik potansiyelleri bizi ürkütmedi değil o an için. Sarhoşluktandır, diye düşündük ama ertesi gün öyle olmadığını gördük. Neyse ki bizdeki potansiyel de hiç yabana atılacak gibi değil. Ertesi günden itibaren hızlıca uyum sağladık; hatta zaman zaman solladık belki onları.

Sonraki günlerde de sürekli olarak birileri geldi gitti; tek tek isimleri yazsam çok karışacak. Ama ciddi bir yoğunluk hali hakimdi, özellikle ilk üç günümde. Pazartesi akşama doğru Bülent’i uğurladık, Salı günü de Argın geldi bu arada.

Salı akşamına kadar pek depresif hissediyordum. Şehir koşturması yorgunluğuna buradaki yoğunluk eklenince (gelen herkesi çok sevdim gerçi ama kendi yorgunluğumdan kaynaklanan yalnız kalma ve sessizlik ihtiyacım vardı) zaman zaman bunaldığımı hissettim. Gelen gidenle çok fazla sosyalleşemedim; sohbetlere çok katılmadım genelde. ‘Aşırı sosyal kişilik bozukluğu’m, ‘asosyal kişilik bozukluğu’na dönüştü adeta.

Sadece bu da değil tabii. Burada benim için her şey çok yeni. Buradaki hayata dair çok az şey biliyorum ve bu bazen yetersizlik hissine neden oluyor. Ama bunu da aşıyorum yavaş yavaş; hem bir şeyler öğrenmeye başlayarak, hem de durumu kabullenerek.

Bunlara ek olarak, ve belki kısmen bunların da etkisiyle, genel bir bıkkınlık ve “her şey boş”, “hayat çok anlamsız abi” hissiyatı da geldi gitti birkaç günlüğüne. Olur ya bazen, sebepsiz (?) bir şekilde çok sıkılırsın, hiçbir şey yapmak istemezsin… Öyle oldu, uzun zaman aradan sonra.

Neyse ki Salı akşamı değen sihirli değnek (valla bilmiyorum ne oldu) beni kendime getirdi. Bir anda yine iyi hissetmeye başladım. Enerjim yükseldi. Yağmur izin verdikçe bahçede bir şeyler yapmaya başladık; o çok iyi geldi mesela. Diğer insanlarla sohbet etmeye, geyiklere başladım; hatta özellikle dün itibariyle daha da arttı bunlar. Hatta olay tekrar ‘aşırı sosyal kişilik bozukluğu’na doğru ilerliyor gibi.

Bahçe işleri pek keyifli bu arada. Geldiğimden beri ot yolduk, kompost eledik, Nisan ayında yapılan yurttan artan keresteleri istiflemeye başladık ve en güzeli dün iki tane ağaç diktik. Biri armut ağacı, diğeri erik. Selahattin, “Bu ağaçlar sizin olacak, seçin.” diyince ben elbette armut ağacına atladım hemen. Artık dikili bir armut ağacım var. Erik de Argın’a kaldı. Bu ağaçları hemen yurdun önüne diktik.

Yurt demişken, henüz çadırı açmadım ve yurtta kalıyorum. Geniş ve yüksek olduğundan çadıra göre daha konforlu ve havadar. Bununla birlikte keçi kılından yapıldığı için buram buram kokuyor da. Ama kapıyı, pencereyi açarak idare ediyoruz işte. Asıl güzelliği de üst kısmında bir yuvarlak boşluk var aslında ama yağmur nedeniyle kapalıydı. Dün, artık havalar düzeldiği için açtık orayı ve çok daha keyifle ve oksijenle uykuya daldık.

(Tam buradan itibaren 15-20 cümle daha vardı ama bilgisayar kapandı ve kaydetmemiştim; şimdi bir daha yazmam gerekiyor. Neyse ki buraya kadar olan kısmı kurtardı ‘vörd’.)

Üstünü açtık ama bu sabah 6:30 sularında yağmur sesiyle uyandım ve hemen Argın’ı uyandırdım. Ne kadar uğraştıysak, beceremedik kapamayı. Şimdi oradaki mekanizmayı anlatmakla uğraşamayacağım; az önce azıcık anlatmıştım. Ayşe’yi de uyandırdık ve üçümüz zorlukla kapatabildik. Sonra tekrar uyuyabildik; en azından ben uyudum. Argın uyumadığını söylüyor ama bence atıyor; fosur fosur uyudu o da bi’ kere.

Durumlar böyle işte, yerleşikliğin ilk günlerinde. Şu anda keyfim son derece yerinde. Geçen gün Burcu ve Hülya’nın yolculuğunun (‘Bohçamda Anadolu’, duydunuz mu?), Siirt etabına katılasım çok geldi ama buraya gelir gelmez tekrar gitmek çok da anlamlı olmayacaktı. Bir süre buralarda olmakta fayda var. Zaten hem “yorgunum” diyip, hem tekrar yollara düşmek de tezat değil mi? Ki gerçekten mutluyum burada. Apartman, bina, araba vs. görmeyi de istemiyorum hiç. Ciesem operatörümün 1 yıldır kullanıyor olduğum paketi sona erdi; ya yeni bir paket seçmem ya da başka bir operatöre geçmem lazım ama onunla bile uğraşmak istemiyorum. Bugün Selahattin, Kumluca’ya gitti mesela ama ben gitmedim. Bir süre telefon edememeyi, esemes atamamayı göze almış durumdayım. Bugün bitiyor paketimin süresi.

Bitiremedim bir türlü. Susuyorum…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder